TÜRKİYE, AK Parti’nin kapatıl(a)mamasının ardından bir ay geçmiş olmasına rağmen tüm “yeni dönem siyaseti” tartışmalarını tüketen bir havanın içerisine gömüldü.
İstanbul’da Afrika Zirvesi ve Gürcistan’da tersten “Küba füze krizi” gerçekleşmese ve Amerika’da Barack Obama’nın ensesine müesses nizam karşısında meşruiyeti sağlaması düşünülen Joe Biden “verilmese”, son bir ayı neredeyse siyaseten siftah yapamadığımız bir dönem olarak geçirecektik. Zira geçen ay boyunca ilginç bir şekilde “kapatılmama”nın ne mahiyeti ne de maliyeti yeterince irdelendi. Ne Anayasa Mahkemesi üyelerinin 180 derece “ideolojik savrulmaları” ne de AK Parti’nin karara verdiği tepki, beklenen düzeyde tartışıldı. AK Parti, “Durmak yok, yola devam” diskuruyla “Kaldığımız yerden devam” dedi. Peki, AK Parti nerede kalmıştı, hatırlayanınız var mı?
Hükümetin kapatma davasının başlangıcından bu yana sergilediği tek politik manevra “eylemsizlik”. Bu politika yerel seçimlere kadar uzanırsa, son bir yılını siyasi eylemsizlikle geçirmiş bir iktidar kompozisyonuyla karşı karşıya kalabiliriz. Eylemsizlik politikası tespitine karşı argümanlar da geliştiriliyor tabii. Mesela Ergenekon soruşturmasının başlı başına büyük bir eylem olduğu dillendiriliyor. Siyasi eylemsizlik tespitinde bulunmak, elbette Ergenekon soruşturmasını küçümsemek ya da yadsımak anlamına gelmez. Ancak Ergenekon soruşturması, siyasi eylemsizlik halini nesheden bir durum değildir. Mezkûr soruşturma ne kadar başarılı olursa olsun, siyasi yönsüzlüğü ortadan kaldırabilecek bir araç olamaz. Aksine Ergenekon soruşturması, siyasi eylemsizlik halini meşrulaştırdığından, siyasi bir illüzyon doğurma riskine gebedir. Soruşturmanın bu aşamadan sonra siyasete katabileceği çok fazla bir şey bulunmamaktadır. Çünkü başarı anlamında doruk noktasını çoktan yakalamış, Türk siyasi tarihi için katalizör olma görevini çoktan ifa etmiştir. Bundan sonra iktidarın üstüne düşen vazife, bu başarılı operasyonu genel siyasi vizyon parantezi içerisine alarak büyük siyasi soruları sorma ve bunlara cevap arama olmalıdır.
Ancak kapatılmama kararı sonrası yeni dönemin mesajını hükümet üzerinden anlamaya gayret ettiğimizde karşımıza koskoca bir belirsizlik çıkmaktadır. Bu belirsizlik, iç siyasette büyük adımlar atılmadığı sürece devam edecektir. Ve sadece iç siyaseti kısırlaştırmakla kalmayacak; dış politika açılımlarını da etkisiz ya da anlamsız hale getirecektir. AK Parti kapatma davasını müteakiben birçok önemli siyasi adım attı. Kuzey Irak’la doğrudan muhatap olmak, Suriye-İsrail görüşmeleri, yeni GAP paketi, yeni teşvik sistemi vb. Lakin bütün bu önemli adımlar, eylemsizlik siyasetinin baskısı altında hak ettikleri teveccühü göremediler. Tıpkı Afrika Zirvesi’nin ve Kafkasya açılımının hak ettiği ilgiyi görmemesi gibi. Bu, basit bir medya ilgisizliğinden ziyade, bizzat eylemsizlik siyasetinin tabii bir sonucudur. Çünkü arka-kapı siyaseti, matematiksel olarak kazandırırken, iletişimsel olarak kaybettirebilen bir siyaset biçimidir. Kitleler ve elitler, çatışma mevzusu olan konularda iktidarın hesaplaştığını görmek isterler. Ancak bir hesaplaşmadan, konuyla ilgili adım atıldıktan sonra iktidara güç atfederler. Buradan da muktedir iktidar neşet eder. Aksi durumlarda mağlup, mağdur veya muğlâk iktidar görüntüsü devam eder.
Önümüzde mahalli seçimler var. Muhtemelen yılbaşıyla yeniden sıcak seçim havasına gireceğiz. Eylül ile birlikte ise soğuk seçim atmosferi başlayacak. Hükümetin seçimler öncesinde en azından siyaseti seçimlere taşıyacak, iz bırakacak bazı kararlara imza atması elzemdir. Özellikle Siyasi Partiler Yasası ve Kürt meselesi en acil sorunların başında gelmektedir. Siyasi Partiler Yasası ve parti kapatmayla ilgili bir anayasa değişikliği masada durmaktadır. Yeni anayasa çıkışını kendi eliyle neshetmiş olan AK Parti’nin gelinen son noktada tek paket halinde büyük bir anayasa değişikliğine gitmesi zor gözükmektedir. Seçim öncesinde parti kapatmayı fiilen imkânsız hale getiren bir anayasa değişikliği siyasi gerilimi yeniden tırmandırabilir. Lakin mezkûr değişikliğin hemen ardından gelen seçimler, bu gerilimi ortadan kaldıracaktır. Benzer bir durumu Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi değişikliğinde yaşamıştık. Normal şartlarda hükümetin kaldırmakta çok zorlanacağı bir gerilimi, 22 Temmuz seçimleri tabii bir şekilde gidermişti. Hem bundan sonra cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sağlanmış hem de 22 Temmuz seçimlerinde hükümete büyük bir marjinal fayda imkanı ortaya çıkmıştı. Parti kapatmayla ilgili anayasa değişikliği de benzer bir siyasi takvime denk gelmektedir. Bu imkân kullanılmalı ve Türkiye’nin milli normalleşmesinin önündeki büyük engel kaldırılmalıdır.
İkinci önemli husus da Kürt meselesidir. Kürt sorunu hem AK Parti özelinde hem de Türkiye için artık bir kırılma noktasıdır. Türkiye Kürt meselesi üzerinden ya büyüyecek ya da küçülecektir. Benzer bir önerme AK Parti için de geçerlidir. AK Parti’nin halk nezdinde kazanmış olduğu hakem rolünü muhkem bir hale getirebilmesinin yolu, Kürt meselesinde kurumsal adımlar atılmasını sağlamasından geçmektedir. Kuzey Irak harekâtı sonrası TSK ile hükümet arasında oluşan pozisyon birlikteliği son dönemde Anayasa Mahkemesi’nin ve CHP’nin katkılarıyla iyice pekişmiş durumdadır. Bu pozisyon Kürt meselesinde adım atabilmenin tek realist düzlemidir. Hükümet yeni bir eylem haritasıyla bu imkânı en verimli şekilde kullanmalıdır. Ancak bu şekilde Türkiye’nin milli güvenliğinin teminatı olan bir muktedir iktidara dönüşebilir.
AK Parti’nin, kapatılmama kararından yanlış sonuçlar çıkarması da muhtemeldir. 6-5 şeklinde tecelli eden Mahkeme dengesini Demokles’in kılıcı şeklinde tevil etmeye meyilli hurafeler zaten yeterince etkili olmuş durumdadır. Bu baskı altında diğer bir sıkıntı da son bir yılda ortaya çıkan “mutabakat siyaseti”dir. Mutabakat siyaseti eylemsizliğin başarısını tescil etmekte, eylemsizlik de yeni sorular sormayı, siyaset ufkunu yeniden inşa etmeyi imkânsız hale getirmektedir. Sonuç olarak hedefsizlik ve yönsüzlük aşılamamaktadır. Dolmabahçe’de Yaşar Büyükanıt ile görüşmeyle başlayan mutabakat siyaseti, geçtiğimiz aylarda İlker Başbuğ ile devam etmiş ve netice alınmıştı. Lakin netice alınmış olunması, bu siyaset tarzının sürdürülebilir olduğu anlamına gelmez. Mutabakat siyaseti, millete yaslanmayan bir siyaset tarzıdır. Bu ise “Söz milletin” iddiasıyla meşruiyetini tescilleyen bir partinin en fazla dikkat etmesi gereken nokta olsa gerek. AK Parti millete yaslanan bir siyaset diline ve açılımlarına yeniden ve daha yoğun bir şekilde yönelmek zorundadır. Şayet “yola devam etmek” istiyorsa, en son kaldığı noktayı doğru tespit etmeli ve ardından Türkiye için büyük sorular sormaya çalışmalıdır. Ancak böylesi bir bakış açısı kapatılmamanın “imkan”ını “maliyet”inden öne çekebilir.
Anlayış – Eylül 2008