Bugün için İslam dünyasının en temel sorunlarından birisinin yönetim meselesi olduğunu iddia etmek bir abartı değil aksine kanayan bir yaraya parmak basmaktır. Özellikle ekonomik ve genç nüfus anlamında diğer ülkelere göre çok daha fazla potansiyele sahip olan Müslüman ülkelerin tüm bu zenginliklere rağmen neden vatandaşlarına saygın bir hayat alanı sunamadığı meselesi üzerinden durulması gereken bir konudur. Geçen haftaki Star Açık Görüş’te “Teklifsiz Müslümanlık” (Ömer Aslan, 9/11/2014) olarak ifade edilen bu konu Malezya’dan Fas’a daha önceleri de bir çok defa tartışma konusu olmuş ve çeşitli dini ve siyasi hareketlere ilham ve motivasyon kaynağı sağlamıştı. Fakat özellikle 2002 yılı sonrası Türkiye tecrübesi ve sonrasında gelen Arap baharı sürecinde bu yönetim yeniden önem kazanmıştır. Yalnız bu seferki tartışma önceki dönelerin ötesinde farklı bir çerçeve ve bakış açısıyla tartışılması gerekmektedir.
DEĞİŞİMİN DİNAMİKLERİ
Günümüzde İslam dünyası üzerinden yönetimle alakalı olarak yapılması gereken tartışma ancak ve ancak Müslüman camiada son 20 yıldır yaşanan gelişmeler dikkate alınırsa anlamlı bir çerçeveye oturabilir. Siyasal mücadele sadece olayın görünen yüzü olup, aslında sorun ciddi bir değişim-dönüşüm sancısıdır. Genel anlamda Türkiye’deki İslami camia 1994 yerel seçimlerine kadar ciddi bir şekilde iktidar, para ve güç ile yüzleşmemişti. İlk iktidar deneyimi sadece Müslüman insanların makamlara gelmesi değil aynı zamanda o Müslüman bireyin kendi dünyasında makam, maddiyat ve her türlü lüksle imtihanıydı. Bu iktidar süreci ve sonrasında 28 Şubat’la beraber aslında Müslümanlar bireysel anlamda bir sınav verdiler. İlk nesil sendromu denilen bu tecrübenin daha çok bireysel düzeyde yaşandığı bu dönemde aileler dahi parçalanmış, camianın tasvip etmediği birçok değişim-dönüşüm yaşanmıştı. Geleneksel davranış kodlarının ve tarzların tartışmaya açıldığı bu dönemdeki sınav genelde bireysel kaldığı için savrulma ve dağılma keskin ve sert olmuştu. İste 30 yıllık Milli Görüş Hareketinin politikalarını tartışmaya açan ve siyaset yapım tarzını sorgulayan bir neslin ve partinin bu süreçte ortaya çıkması da yaşanan bu ilk nesil tecrübenin ürünüdür.
28 Şubat süreci iki açıdan İslami camiayı dönüştürmüştür. Birincisi bireysel anlamda yapılanma ve sorgulamaların önünü açmış, ikincisi ise cemaat aidiyeti ve kimliğini sorgulayan bireyler ortaya çıktığı için bu tür örgütsel yapılar eski etkinliklerini yavaş yavaş kaybetmişlerdi. İşte 28 Şubat sürecinin bu etkisi dolayısıyladır ki AK Parti yeni bir tarz, model ve örneklik kurmaya çalışmış, önceden yasak kabul edilen şeyleri normalleştirmiştir.
Bu açıdan bakılınca 21. yüzyıl üç açıdan İslami siyasetin ve yönetimin normalleşmesi, rasyonel bir zemine oturup tepkisellikten çıkmasının hikâyesi olacaktır. Bunlar kısaca bireysel normalleşme, örgütsel normalleşme ve devletsel normalleşme olarak adlandırılabilir. 28 Şubat süreciyle bireysel anlamda normalleşmenin önünü açan Türkiye bu konuda ciddi bir mesafe kat etmiştir. Özellikle iktidar, para ve güçle tanışan bu elitin her biri kendisi açısından ciddi bir sınav vermiştir. Bireysel sayılabilecek bu sınav sonrasında genel olarak başarılı bir model çıkmıştır. Bu bireysel normalleşmenin en temel sonucu olarak hem grupsal hem de devl