Dünya sisteminde "büyük güç" mücadelelerinin giderek daha dolaylı hale geldiği ve "bölgesel güçler" ile "orta ölçekli güçler"in etkili aktörler olarak öne çıktığı günümüzde küresel ilişki ağlarını çeşitlendirmek kritik önemde. Farklı bölgesel havzalarda aktif olmak hem uluslararası diplomaside elinizi güçlendiriyor hem de dünya ekonomisinde büyüme dinamiklerinin zora girdiği bir dönemde size alternatif yatırım ve pazar opsiyonları sunuyor. Bu doğrultuda "yükselen güç" refleksleri geliştiren Türkiye’nin geleneksel siyasi ve ekonomik ilişki ağlarının oturduğu Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, Kafkaslar, Batı Avrupa ve Orta Asya eksenini hızla genişletmesi gerektiği açık. Dünya ekonomisindeki görece payları ile uluslararası sistem içerisindeki ağırlıkları önümüzdeki dönemde artmaya namzet Doğu-Güney ve Güneydoğu Asya, Latin Amerika, Sahra-altı Afrika gibi bölgesel havzalar Türkiye’nin hem kamusal hem de özel aktörler üzerinden çok daha görünür olması gereken coğrafyalar.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen yıl şubat ayında gerçekleştirdiği Küba, Kolombiya ve Meksika ziyaretlerinden tam bir yıl sonra Şili, Peru ve Ekvator’u kapsayan bir resmi ziyaret programı ile Latin Amerika’da olması son derece önemli. Bu ziyaretler, Türkiye’nin dış politikada bölgesel ortaklıkları çeşitlendirme stratejisi çerçevesinde sistemli bir "Latin Amerika açılımı" ortaya koyma iradesinin de bir yansıması. Ekonomik açıdan ise en büyük ticaret ortaklarımızdan Irak’ta yaşanan savaş ve Rusya ile uçak krizi sonrası gerilen ilişkilerin dış ticaret performansında yol açtığı zayıflamayı izale etme gereği, ziyaretlerin gündemini belirliyor. Latin Amerika (Orta ve Güney Amerika ile Karayipler) ile ticaret hacmimiz, 2000 yılında 1 milyar dolar iken 2014 yılında 10 milyar dolar düzeyine ulaştı; ancak toplam dış ticaret içinde bu bölgenin payı sadece yüzde 1,8 civarında. En fazla ihracat yaptığımız Latin Amerika ülkesi ve ABD pazarının giriş noktası Meksika, ihracat pazarlarımız arasında ancak 44’üncü sırada. Meksika, Brezilya, Şili, Arjantin gibi gelişmişlik seviyeleri, siyasi tarihleri, uluslararası ekonomik kuruluşlarla ilişkileri, kalkınma problemleri ve dünya sistemindeki talepleri açısından Türkiye’ye benzer pek çok ülkenin olduğu büyük bir havza ile bu kadar kısıtlı ekonomik ilişki içinde olmak kabul edilebilir değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretleri ile birlikte Peru ve Ekvador’a tarihte ilk defa; Şili’ye ise 20 yıl aradan sonra ilk kez bir Türkiye Cumhurbaşkanı’nın resmi ziyarette bulunması da Latin Amerika’yı şimdiye kadar diplomatik olarak ne kadar ihmal ettiğimizin açık bir ifadesi. 1960’lı yıllardan itibaren ithal ikameci sanayileşme politikaları uygulayan pek çok Latin Amerika ülkesi, 1970’lerin sonunda Türkiye’nin yaşadığına benzer ödemeler dengesi krizi yaşadı. 1980’lerde bizimle birlikte ilk kuşak neoliberalizm tecrübesine şahitlik edip, 1990’larda yine bizimle birlikte finansal krizlere sürüklendiler. 2000’li yıllarda ise Lula da Silva, Kirchner, Evo Morales, Michelle Bachelet, Rafael Correa gibi liderler bölgede ABD etkisini ve askeri vesayeti sınırlayan; bölgesel dayanışmayı esas alan ve sosyal adaleti önceleyen sistemler kurmaya çalıştılar. Bölgede yaşanan dönüşümlerin siyasi ve ekonomik yansımaları, Türkiye’nin AK Parti hükümetleri altında yaşadığı dönüşüm tecrübesi ile şaşırtıcı paralellikler taşıyordu. Latin Amerika’nın bize tarihi, kültürel, siyasi ve ekonomik olarak o kadar da uzak olmadığını fark edebilirsek daha kalıcı ilişkiler kurabiliriz.
[Bugün, 5 Şubat 2016].