Tüm küreyi kuşatan köklü bir siyasi değişim dalgası içerisindeyiz. Siyasetin zemini tüm ülkeleri kuşatacak şekilde önemli bir kayma göstermektedir. Bu küresel süreçler 24 Haziran’da tarihinin en kritik seçimlerinden birisini gerçekleştirecek olan Türk siyasi hayatını ne şekilde etkilemektedir? Türkiye’nin kendi iç çatışmaları ile küresel çatışmalar ne ölçüde bir örtüşme yaşamaktadır?
Bu sorulara ve tartışmaya geçmeden önce tartışmaya temel teşkil edecek siyasetin doğasına dair birkaç önemli hususun altını çizmemiz gerekmektedir. Öncelikle, siyaset “dost-düşman” ayrışması tarafından belirlenir. Biz ve ötekiler arasındaki ayrışma ve çatışma siyasetin belirleyici unsurudur. İkinci olarak, biz ve ötekiler arasındaki ayrışma –İbn Haldun’un tabiriyle asabiye– sabit bir içeriğe sahip değildir. Bu içeriğin belirlenmesi için verilen mücadeleler bizzat siyasetin özünü, birincil boyutunu oluşturur. Üçüncü ve son olarak, siyasette genel itibariyle iki jenerik dönemden bahsetmek mümkündür. Bu dönemlerden ilki, çatışmanın taraflarından birisinin çok daha baskın hale gelerek biz ve ötekiler arasındaki ayrışmaları sonlandırma görüntüsü verdiği, ötekileri bize dahil ettiği ya da siyaseten anlamsızlaştırmayı başardığı hegemonya dönemidir. Görüntü vermesi dememizin sebebi hegemonya durumunun devamlı hale gelmesinin siyasetin doğası gereği mümkün olmamasıdır. Hegemonya şartları ancak geçici bir süreliğine hayatta kalır. Bu dönemlerden ikincisi ise, siyasette daha çok gözlemlenen biz ve ötekiler ayrımının görünür olduğu hegemonik kriz ve iktidar mücadeleleri dönemidir. Bu dönemlerin en önemli özelliği istisnai güçteki siyasi aktörlerin –yani “lider”lerin– veya yeni hareketlerin ortaya çıkmasıdır.
Siyasetin yeni dinamiği
Bu perspektiften günümüz siyasetine bakacak olursak iki durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Birincisi, hegemonik bir dönemden hegemonik kriz dönemine geçiş yaşıyor olmamızdır. Gerçekten de hem yerel hem de küresel düzeyde “liberal uzlaşı”nın damgasını vurduğu bir dönemin sonlandığına şahitlik etmekteyiz. Liberal uzlaşının içeriğini bireyin topluma, zenginin fakire, Batı’nın Doğu’ya, beyazın siyaha, laik olanın dindara ve teknolojinin doğaya baskın olduğu bir siyasi-toplumsal düzen oluşturmaktaydı. Liberal uzlaşının zirve noktası 1990’ların dünyasıydı ve hatırlanacağı üzere bu durum bazılarınca “tarihin sonu” olarak nitelendiriliyordu.
Lakin, liberal uzlaşı her uzlaşı gibi bir noktada itirazlarla karşılaştı ve bir kriz dönemine girdi. 2000’lerde mayalanan bu durum bizi ikinci bir noktaya götürmektedir. Biz ve ötekiler arasındaki ayrışma yeni bir çatışma hattında ve yeni bir içerikle tanımlanmaktadır. Birçok analistin ifade ettiği gibi sağ-sol ya da liberal-toplulukçu gibi 20. Yüzyılın büyük bir kısmına damgasını vurmuş çatışma hatlarının yerini günümüzde küreselci-yerelci ayrışması almaktadır.
Büyük Britanya’nın Avrupa Birliği’nde ayrılma sürecinde –Brexit– bu yeni çatışma hattı ilk defa somut bir şekilde dile getirilmişti. ABD’de ekonomik milliyetçilik, göçmen karşıtı ve maço bir siyaset diline sahip Donald Trump gibi bir siyasi figürün başkanlık koltuğuna oturmasıyla bu çatışma hattı yerini pekiştirmiş oldu. Avrupa’da göçmen krizi, işsizlik ve ekonomik çöküşlerle tırmanışa geçen sağ ve sol popülist siyasetin merkez partilerini alaşağı etmesiyle de iyice kökleşti. Öyle ki siyaseten anlamlı hale gelerek seçim kazanmak isteyen siyasiler bu çatışma hattını göz önünde bulundurmak ve buna uygun bir siyasi pozisyon almak zorunda kaldılar. Bu yeni siyasi şartlarda sistem ya da merkez partileri, liberal uzlaşının belirlediği siyasetin merkezinin çökmesiyle dağılırken yerlerini hareketlere bıraktılar. Örneğin, Fransa’da “İleri” (en marche) hareketiyle, partisiz olarak seçime giren ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini sürpriz bir şekilde kazanan Emmanuel Macron’un başarısı ortaya çıkan bu yeni çatışma hattında küreselci pozisyonu tek başına işgal etmedeki maharetiydi. Macron’un karşısındaki en büyük rakibi yerelciliği negatif sağ popülizm içinden üreten ırkçı Marie Le Pen idi. Yine, ABD Başkanı Trump’ın bir nevi partisiz olarak –Trump’ın siyasetini “Önce Amerika” sloganının belirlediği bir hareket olarak görmek mümkündür– ve kendisinden hiç beklenmedik bir seçim zaferine adını yazdırmış olması da benzer bir başarı hikayesiydi. Trump yerelci bir siyaseti negatif sağ popülizm içerisinden üreterek seçimi kazandı. Trump’ın başat rakipleri ise yerelciliği sol popülizm içerisinden üretmeye çalışan ve “Wall Street’i İşgal et” hareketinin ortaya çıkardığı enerji üzerinden siyaset yapan Bernie Sanders ve küreselci Hillary Clinton idi.
Gerçekten de günümüzde siyaset, yerelci-küreselci ayrışması ve buna ikincil olarak yerelciliğin kendi içerisinde sağ ve sol popülizm olarak ayrıştığı bir siyasi çerçevede şekil almaktadır. Örneğin, her biri beklenmedik başarılara imza atan Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, İtalya’da Beş Yıldız, İngiltere’de İşçi Partisi’ne format atmaya çalışan Jeremy Corbyn sol popülizm içerisinde değerlendirilebilir. Yine, girdikleri seçimlere damgalarını vuran Almanya’da Almanya İçin Alternatif, Yunanistan’da Altın Şafak, Macaristan’da Daha İyi Bir Macaristan Hareketi (Jobbik), Avusturya’da Özgürlük Partisi ve İngiltere’de Brexit’in mimarı Nigel Farage ise negatif sağ popülist hareketlerdir.
Batı dünyasının bu alt üst oluşlarına Batı dışında lider figürlerin ve “güçlü adamlar”ın ortaya çıkışı eşlik etti. Rusya’da Vladimir Putin, Çin’de Xi Jinping ve Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan bu tanıma uyan yegâne siyasetçilerdir. Batı’daki çöküşlere ve yeni siyasi arayışlara Batı-dışında tarihi toparlanmalar, uluslararası güç dengelerinin sorgulanması ve başkaldırılar eşlik etti. Yerelcilik Batı-dışında daha çok pozitif sağ bir popülizm üzerinden kendisini ifade etmektedir. Doğu’nun yerelciliği, dışlama ve tepkisellikten daha çok kendi içerisinde kuşatıcı, iktidarı tahkim eden ve dışarıya karşı bağımsızlıkçı ve meydan okuyan bir görüntü sergilemektedir.
Küresel trendler ve Türkiye
Bunun karşısında Batı-dışı küreselciler ise küreselciliğin lokomotifi olan Batı’nın dağınık görüntüsü ve iç çatışmaları nedeniyle tedirgin bir görüntü çizmektedirler. Batı’nın uluslararası siyasette zayıflaması, küreselciiğin de Doğu’da kan kaybetmesi anlamına geleceğini söylemeye gerek bile yoktur. Aynı zamanda, Doğulu küreselcilerin peyderpey tepkiselleştiği de gözlerden kaçmamaktadır. Örneğin, Türkiye’de küreselci çizgideki siyasi aktörlerin, özellikle de bu çizgiye yakın yorumcuların sürekli olarak umutsuzluk aşılayan ve alarm havası veren analizlerini görmekteyiz. Yerelciliğin güç kazanmasıyla Doğulu küreselcilerde oluşan bu umutsuzluk havasına, buna dört başı mamur bir siyasi projeyle alternatif oluşturamamanın verdiği yılgınlığı, yıkıcılığı ve tepkiselliği de eklemek gerekir. Türkiye’de Millet İttifakı ve bunun arkasındaki sosyolojinin geldiği nokta tam olarak budur.
Özetle, günümüzde siyaset küreselci-yerlici ayrışması üzerinden belirlenmektedir. Yerliciler de kendi aralarında sağ ve sol olmak üzere ikiyi ayrılmaktadır. Yerliciler ya sistem partilerine alternatif olarak hareketler üzerinden popülist bir siyaset taktiği izlemektedir ya da Corbyn örneğinde görüldüğü gibi eski sistem partilerini popülist bir harekete dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Macron örneğinde gözlemlendiği üzere küreselciler de parti yerine hareketler üzerinden popülist bir siyasete evrilebilmektedir. Yerelciliğin ve küreselciliğin Batı-dışı formları da vardır ve Batı’dakinden önemli farklılıklar arz etmektedirler. Doğulu yerelciler güçlü liderler etrafında oluşan kuşatıcı ve özgürlükçü, küreselciler ise giderek daha dışlayıcı, karamsar ve tepkisel bir siyaseti kovalamaktadırlar.
Peki bu küresel gelişmeler Türkiye’de siyaseti ne şekilde ve ne derecede etkilemektedir? Türkiye siyaseti uzunca bir süre laik-dindar ayrışması üzerinden tanımlandı. Laik kimlik toplumda hiçbir zaman bir uzlaşı noktasına ulaşamadı, hegemonik bir güce evrilemedi. Rıza üretme konusunda yaşanan bu sıkıntılar, devlet iktidarını kontrol eden laiklerin şiddete –darbe, muhtıra, parti kapatma ve siyasi yasaklar– başvurmasına yol açtı. Ancak laikler hegemonik güç olmayı başaramasalar da ülkede iktidarı elinde tutmayı bildiler. Laik-dindar ayrışması yerini başka bir ayrışmaya hiçbir şekilde bırakmadı. AK Parti’nin siyasi iktidarı elinde tuttuğu 2000’i yıllarda ilk defa laik-dindar ayrışmasının ayrıcalıklı konumu sarsıldı. Öncelikle, bu ayrışmanın can damarı olan gerektiğinde şiddete başvurma yolu kapatıldı. 2002-2010 yıllarını kapsayan dönemde muhafazakâr-dindar kanat vesayet düzenini gerileterek şiddet üzerinden iktidar üretilmesinin önüne geçmeyi başardı. İkinci olarak, AK Parti yeni bir ayrışma hattı inşa etti. Medeniyet siyasetinde somutluk kazanan bu hat, çatışmayı ülke içinden dışarıya çıkarmaya çalıştı. Dışarıyla olan farklılık vurgulanarak, içeride ortak geçmiş ve medeniyet zemininde bir birliktelik arandı.
Ancak 2012-2016 yılları arasında AK Parti’nin bu hegemonya hamleleri laik toplum kesimlerinin başını çektiği bir toplumsal dirençle karşılaştı. Bu direncin mukavemeti sonucunda AK Parti siyasetinde değişikliğe giderek yerli-milli siyaseti devreye soktu. Yerli-milli siyasetin devreye sokulması kararı ve bu kararın ardından başarılı bir şekilde uygulanabilmesi küresel süreçlerden bağımsız bir şekilde düşünülemez. Küreselci-yerlici ayrışmasının belirleyiciliğini göz ardı edemeyiz. Bu iddiayı test etmek için şunu sorabiliriz: AK Parti’nin yerli-milli siyaseti iktidarının ilk başında uygulaması mümkün olabilir miydi?
Ne küreselci ne yerelci
Yerli-milli siyaset dünyada baş gösteren küreselci-yerelci çatışmasıyla uyumlu bir görüntü çizmektedir. Yerli-milli siyaset Türkiye özelinde yerelci siyasete denk düşmektedir. Yerel değerleri ve çıkarları ön plana çıkaran, milli iradeye verdiği önemle demokrasiyi liberalizmin önüne koyan, bireyin özgürlüğünün topluma aidiyetle ve entegre olmakla mümkün olacağını savunan, yerel ve küresel elitler karşısında toplumun alt-kesimlerinin savunuculuğunu yapan ve beka sorunu ve bağımsızlık gibi temaları merkeze alan bir siyasete yaslanmaktadır.
Gerçekten de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti pozitif sağ-popülist bir söylemle siyaseti tahkim etmeye çalıştı. Muhalif siyasi aktörler ise buna iki şekilde karşı verdiler. Bunlardan biri, kendilerinin daha yerli-milli olduğunu ispatlamaya çalışmaktı. İkincisi ise, ülkede siyaseti küreselci-yerlici ayrışmasına dayanan bir durumdan özgürlükçü-otoriter ayrışmasına taşımaktı. Ayrıca, zaman zaman muhalefetin dilinde laik-dindar ayrışmasını anımsatan nostaljik esintileri de hissettik. Yine, adalet olgusu üzerinden AK Parti’nin yerliliğini ve milletle olan bağını sorgulatmaya yönelik girişimlere de şahit olduk. 24 Haziran seçimlerine giderken AK Parti, politikalarında yerli-milli siyaseti merkeze alarak kendi çizgisinden ödün vermedi. Ancak bunun karşısında muhalefet, ne AK Parti’nin elinden yerlilik kozunu alabildi ne de alternatif –sol– bir yerlilik üretemedi. Aynı şekilde, -her ne kadar seçim beyannamelerinde küreselciliğe göz kırpsalar da- küreselcililik üzerinden etkili bir siyaset de ortaya koyamadılar. Muhalefetin “yerli Macron” beklentisi gerçekleşmedi. Hatırlatmakta fayda var: Abdullah Gül projesinin çökmesi bu beklentinin suya düşmesinde kritik öneme sahiptir. Halbuki daha önce muhalefet 7 Haziran (2015) seçimlerinde Selahattin Demirtaş ve “Türkiyelilik” hareketiyle siyasi parti sınırlarını kısmen de olsa aşabilmiş, Yunanistan’ın –elbette başarılı olduğu ilk çıkış zamanlarını kapsayan– Aleksis Çipras ve Syriza tecrübesini belli ölçüde ülkede uygulamaya koyabilmişti.
Netice itibariyle muhalefet ne küreselci ne de yerelci bir perspektif üzerinden millete dört başı mamur bir siyaset sunamadan seçimlere gitmektedir. Erdoğan karşıtlığına indirgenmiş, medya yoluyla köpürtülen seçim kampanyalarıyla ancak kendi seçmen kitlesini tahkim etmeye yetecek, iktidarı hedeflemekten uzak bir yaklaşım sergilemektedirler. Böylece, muhalefeti oluşturan partiler uzun zamandır gözlemlediğimiz iktidar olmaya değil, karşıtlarının iktidar olmasını engellemeye odaklanmış görüntülerini devam ettirmektedirler.
[Star, 23 Haziran 2018].