FERNAND Braudel, Medeniyetlerin Grameri adlı eserine “Medeniyet mi demek lazım, yoksa medeniyetler mi?” sorusuyla başlar. Medeniyet kelimesinin kültür kelimesiyle cebelleştiği yıllara dikkat çeken Braudel, “Dünya tarihçileri bu kelimeyi hem tekil hem de çoğul olarak kullanmak zorundalar” der.
Batı’nın ürettiği “sanayi medeniyeti”nin bütün dünyayı tahakkümü altına almasına rağmen, farklı medeniyetler varlıklarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Çünkü Braudel’e göre “medeniyetler tarihi aslında yüzyıllara yayılan, devamlı ve karşılıklı bir ödünç almalar tarihidir. Buna rağmen her medeniyet kendi özgün karakterini muhafaza etmiştir.” Braudel, tarihi geriye doğru bu şekilde okur ama gelecek konusunda daha kötümserdir. Tıpkı Raymond Aron gibi o da insanlığın tek bir medeniyet kurgusuna doğru hızla ilerlediğini, zira bütün dünya toplumlarının Batı’nın sanayi medeniyetini bilerek ve isteyerek taklit ettiğini söyler.
Medeniyetin tekil mi çoğul mu olduğu konusu, linguistik ya da terminolojik bir tartışmadan ibaret değil. Giderek çoğullaştığı ve farklılaştığı söylenen modern küresel kültürün aynı zamanda tekdüze bir dünya tasavvuru ve gelecek vizyonu inşa ettiği de ortada. Tarihin sonunu ilan eden Batılı düşünürler, insanlığın “erdemli şehir” arayışı sona erdiği için değil, sanki Batı medeniyeti artık bu yarışı bir yerde noktalamak istediği için yeni teoriler üretiyorlar. Fakat dün olduğu gibi bugün de tarih kimileri için biterken kimileri için yeni(den) başlıyor. İslam Dünyası, Modern Batı’nın “Asil Vahşi”si Türkiye ve İspanya’nın eş başkanlığını yaptığı Medeniyetler İttifakı girişimi, ister istemez bu tartışmaları tekrar gündeme getiriyor. İttifak yapabilmek için önce ortada medeniyet diye bir şeyin olduğu üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Küresel kapitalizm, neoliberal politikalar, tüketim kültürü ve yeni iletişim araçları, tarihe yön veren bazı temel unsurları mesela akıl, birey, kültür ve siyaset gibi kavramları anlamsız ve işlevsiz hale getiriyor. Batılı olmayan toplumlar bile medeniyet deyince Braudel’in “sanayi medeniyeti” mefhumundan daha fazlasını tahayyül edemiyor. Modern küresel sistemin lügatinde medeniyet gibi kelimeler “hissiyat” ya da “nostalji” bölümünde yer alıyor. Yeni pazar arayışı, bütün gerçek ittifakların temelinde yer alıyor. İki asır önce bir İngiliz denizcisi bakın bu tabloyu nasıl ortaya koyuyor:
Amiral Sir Francis Beaufort, 1811-12 yılları arasında İngiliz Kraliyet Donanması’nın kumandanı olarak Türkiye’nin güney sahillerinde detaylı incelemelerde bulunur. Çalışmasının sonuçlarını 1817’de Karamania adını verdiği kitapta yayımlar. İki asırdır Akdeniz sahilleriyle ilgili çalışmaların başucu eserlerinden biri olan Karamania’da Avrupa, sanayi devrimi, pazar arayışı ve medeniyet kavramları arasında şayan-ı dikkat bir ilişki kurar: “Eğer bu (Avrupa ile ticaret) talebi devam ederse her iki taraf da menfaatlerini karşılıklı eşya mübadelesinde bulacak; ilişkiler geliştikçe ve refah arttıkça yeni istekler yaratılacak ve Avrupa mamulleri için giderek yeni pazarlar açılacaktır. Böylece ‘civilization’ ve sanayi, şimdilerde bu yarı-barbar bölgeleri istila eden cehalet ve tembelliğe karşı bir gün zafer kazanabilecektir.” 19. yüzyıl Avrupa’sında “medeniyet” demek, medeni ve “müeddep” olmanın yanı sıra aynı zamanda Avrupa mallarına müşteri bulmak demekti. Batılıların bu Avrupa-merkezli medeniyet tasavvuru, mal satma kaygısından ibaret değil tabii ki. İnsanlık tarihinin Avrupa’da başlayıp yine Avrupa üzerinden yürüdüğüne olan inanç, küreselleşme çağında dahi hâkim paradigma olmaya devam ediyor. Jean Jacques Rousseau’nun “asil vahşi”si (noble savage), Batı’nın romantik egzotizme olan merakını celbediyordu. Ama Batı’nın kendinden olmayana bugün bile bu gözle bakmaktan vazgeçtiğini söylemek biraz zor. Voltaire, Ernest Renan, André Gide ve Samuel Huntington’ı yan yana koyduğunuzda İslam dünyasının modern Batı’nın “asil vahşi”si olarak algılandığını görmek zor değil. Peki, Avrupa-merkezciliği aşmadan medeniyetlerin eşitliğinden, işbirliğinden, ittifakından bahsetmek mümkün mü? Paradoksal olan şu: Dün olduğu gibi bugün de Batı ve İslam medeniyetlerinin girift tarihi birbirlerini şekillendirmeye devam ediyor. Fakat iki taraf da bunu itiraf etmek istemiyor. Müslüman apolejistler, modern Batı Aydınlanması’nın arkasında İslam bilim ve medeniyetinin olduğunu söylüyorlar. Sanki başkasının tarihine sahip çıkmak, kendi tarihini kurmakla eş anlamlıymış gibi… Batılılar ise ısrarla İslam ve Osmanlı’yı parantez içine alarak bir Avrupa tarihi okuması yapıyorlar. Oysa geçmişi bir kenara bırakın, bugün bile Avrupa’daki en temel varlık ve kimlik tartışmaları, Charles Taylor’ın da ifade ettiği gibi ya İslam’ın paralelinde ya da İslam karşıtlığı üzerinden yürüyor. Nilüfer Göle’nin İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa adlı çalışmasında da belirttiği gibi, çağdaş Avrupa’yı İslamsız tartışmak artık mümkün değil; çünkü “İslam gerek bireysel pratiklerde gerek kamuya açık tartışmalarda gündeme yerleşerek bir Avrupa meselesi haline” gelmiş durumda. Geçen yıl Bekir Berat Özipek ve Kudret Bülbül ile beraber yaptığımız ve SETA Yayınları arasından çıkan Aşk ile Nefret Arasında: Türkiye’de Toplumun Batı Algısı adlı çalışmamızda, bu varsayımı test etme imkanımız oldu. Ortaya çıkan sonuç şu: İslam dünyasındaki Batı karşıtlığı siyasi ve konjonktürel unsurlara dayanırken, Batı’daki İslam karşıtlığı ise tarihî ve ideolojik nitelikler arz ediyor. Marjinal grupları bir kenara bırakacak olursak, İslam dünyasında kimse bir Alman ya da İspanyol’a dini ya da etnik kimliği yüzünden husumet duymuyor. Bir Avrupalıyı (yahut başka medeniyete mensup bir Hindu’yu yahut Çinliyi), kendi kimliğini kuran karşıt bir unsur olarak görmüyor. O yüzden İslam ülkelerinde Avrupa ve Amerika karşıtlığı, dönemin politikalarına ve siyasi şartlara göre sürekli değişiklik arz ediyor. Buna mukabil Batı’nın İslam algısında daha kültürcü ve tarihî öğeler var. Batı kimliğinin iki kurucu unsuru olan Atina ile Kudüs, Leo Strauss’un bütün çabalarına rağmen araya Mekke’nin girmesine izin ve imkan vermiyor. Bu yüzden bugün Avrupa’daki İslam tartışması, medeniyetler ittifakı fikrine bir katkı sunmuyor ve “yanlış anlamaları ve önyargıları bir kenara bırakalım” temennisinden öteye gitmiyor. Bu da bir mesafedir deyip teselli bulmak mümkün. Fakat medeniyetler ittifakından bahsediyorsak, diplomatik nezaketin ötesinde esasa ilişkin bazı şeyleri de konuşuyor olabilmemiz gerekmez mi? Daha yalın bir ifadeyle, ittifak etmek demek, sorunları hasıraltı etmek anlamına gelmemeli. Küresel adaletsizlikler, eşitsizlikler devam ettiği müddetçe Batılı olmayan toplumların “tarih bitmedi; çünkü bizim hâlâ üstümüz açık” demesinden daha doğal ne olabilir? Bunu tarihe (kadere!) karşı çıkmak olarak gören Batılılarımız ve Batıcılarımız, adaletin evrensel bir ilke olduğunu unutmuşa benziyorlar. Adına ne dersek diyelim, farklı kültürler, medeniyetler, toplumlar ve devletler arasında savaşın yerine sevgi, kavganın yerine hoşgörü, çatışmanın yerine işbirliği konmalı. Şüphesiz bu insanın fıtratına da maslahatına da daha uygun bir durum. Fakat gerçek sorunlarla samimi bir şekilde yüzleşmeyeceksek, ittifakların su üstüne yazılmış yazıdan ibaret olacağını da itiraf etmemiz gerekir. Anlayış - Mayıs 2009 http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?makaleid=1936