Şeyh el-Nimr'in idamı ve peşinden Tahran Suudi büyükelçiliğine saldırı, İran ile Suudi Arabistan arasındaki rekabetin tansiyonunu yükseltti. Sudan ve önde gelen Körfez ülkeleri (Kuveyt, Katar, Bahreyn ve BAE) diplomatik ilişkilerini keserek ya da seviyesini düşürerek S.Arabistan yanında saf tuttu. Körfez ülkelerinin bu desteği "Sünni bloklaşmanın" bir yansıması olarak okundu.
Suud'a verilen desteğin başlıca sebebi, Körfez'deki İran korkusu. Bünyelerindeki Şii nüfusun İran tarafından kolaylıkla hareketlendirilebileceğini biliyorlar. Tüm Körfez monarşileri olası bir muhalefet dalgasıyla domino taşları gibi devrilmekten tedirgin oluyorlar.
Kuşkusuz Türkiye'nin bu bölgesel gerilimdeki tavrı kritik öneme sahip. İran-Suud rekabetinde "kurucu" bir rol alacak bir pozisyon takınması çok değerli. Ancak Türkiye'nin, gittikçe derinleşen ve mezhepsel kutuplaşmaya da giden bu rekabetin önüne geçmesi mümkün görünmüyor.
Malum, İran- Suud rekabeti aslında benzer politikaların mücadelesi. Dışlayıcı bir İslam yorumu üzerinden petrol gelirleri ile kurulan transnasyonal ağların üstünlük arayışı. Balkanlar'dan, Kafkaslar'a, Kuzey Afrika'ya ve elbette Ortadoğu'nun iç çatışmalarına kadar...
Bu iki benzer politikanın bölgesel rekabeti de yeni bir olgu değil. Kökleri İran devrimine dayanıyor. 2003 Irak işgali ve Arap isyanlarının getirdiği kaosla yeni bir ivme kazandı. İran -Irak savaşından Yemen iç savaşına kadar iki ülkenin rekabeti vekalet mücadeleleri üzerinden yürüdü.
Bağdat, Beyrut ve Şam cephelerini Suud kaybetti, İran kazandı. Yemen iç savaşı ile Riyad, "İran tehdidi" ile doğrudan mücadele etmek durumunda kaldı. Nükleer anlaşma ile de uluslararası sistemin parçası olan Tahran diplomasi alanında da Riyad'a fark atıyor. Hem ABD hem Rusya ile kendi stratejik hedeflerine uygun bir ilişki yürütebiliyor. Bir yandan ABD ile yakınlaşırken diğer yandan Rusya'yı Suriye iç savaşında yardımına çağırabildi.
Riyad ise İran'ı sınırlandırma politikasını terk eden Washington'dan istediği desteği alamıyor. Yemen'e girmesine müsaade edilmesi ve aldığı silahlarla yetinmek durumunda. İran ile nükleer anlaşmayı başkanlığından geriye kalacak bir miras olarak gören Obama'nın Riyad'ın kaygılarını teskin etmesi mümkün değil.
Büyük güçlerden istediğini bulamayan S.Arabistan'ın bölgesel müttefiklerini konsolide etme ihtiyacı daha acil. Ancak son idamların da tetiklediği Sünni- Şii gerilimi Suud ailesinden çok Tahran'daki Velayet-i Fakih'in elini güçlendiriyor. İran ve Irak Şiileri arasındaki tarihi ayrışmanın üstü örtülüyor. Ve Hamaney'in Suud'u DAİŞ'le özdeşleştiren "ilahi intikam" söylemi Şii dayanışmasını besliyor.
İran'ın Şia dayanışmasını seferber etme tarzı oldukça başarılı. Birbirini tahkim eden iki düzlemde yürüyor. İlk katman iç siyasi bütünlüğü ve onuru sağlayan İran milliyetçiliğinin yumuşak gücü. İkinci katman ise Şii dünyasının "uyanışı" fikri ve mezhep kutuplaşması üzerinden devşirilen Şii milislerin sert gücü.
Transnasyonal ağların rekabetinde İran'ın çok daha kritik bir avantajı var: Meşru görülen vekillere sahip. Suud'un bağlantıları "Sünni radikalizmi, terörü" olarak mahkûm edilirken İran'ın milisleri DAİŞ ile savaşan "kahraman Şiiler."
Sözgelimi Washington 11 Eylül sonrası kendine yöneltilen terörist parmakları arasında "Şii" olmadığının farkında. Sünni -Şii geriliminin İran'a maliyeti ise Sünni dünyadan kopuşunun derinleşmesi. Batı başkentlerinin aksine Ortadoğu'nun Sünni halkları çatışmalardaki "Şii" unsuru gittikçe daha fazla hissediyor.
Kutuplaşmadan uzun vadede kaybeden İran olacak. S.Arabistan mezhep gerilimi siyasetini terk ederek, Türkiye gibi spesifik politikalar etrafında işbirlikleri kurarak bu süreci hızlandırabilir.
[Sabah, 8 Ocak 2016]