KIRK yıllık Davos toplantılarının bir gün gerçek bir tartışmaya yol açacağı kimin aklına gelirdi? Türkiye gibi ülkelerin devlet başkanlarının lütfen davet edildiği bu tür toplantılarda merkez güçler gücünü gösterir, uydu güçler merkezden aldıkları ışığı yansıtır.
‘Küresel sorunlara hep beraber çözüm bulmak zorundayız’ denir ama aslında sorunlar da çözümler de merkez güçlerin belirlediği eksende tartışılır. Batı-merkezciliğin tarihi bir zorunluluk olduğu Doğulu, Batılı herkes tarafından dile getirilir. ‘Paradigma-dışı’ sorular sorulmaz. Sistem-dışı konuları gündeme getirmek isteyenler ‘diplomatik adaba’ uymadıkları için davet edilmezler ya da gelmezler.
Bu anlatı, 29 Ocak 2009 günü ilelebet değişti. İsrail’in son Gazze savaşını ve Filistin’in geleceğini konu alan Gazze paneli, bütün bu kurguyu altüst etti. ‘Diplomasi şart’ diyenler, kulaklarına inanamadılar. Dünya ufku Batı’nın başkentlerinden ibaret olan analistler, ‘başımıza buda mı gelecekti’ dediler. ‘Şimdi bize iyi bir ders verecekler’ diye endişe ile haz arası bir yerlerde dolaşanlardan ‘ola ola Arapların lideri olduk’ diye serzenişte bulunanlara kadar çeşit çeşit tepkilere şahit olduk. ‘Efendim söylediklerinin hepsi doğru ama üslubu yanlış’ diyenleri izledik. Sanki hakikati söylemek her zaman zor bir iş olmak zorundaymış gibi Başbakan Erdoğan’ın ‘diplomasinin inceliklerini’ kavrayamadığını, bu yüzden Kasımpaşa’dan diplomat çıkmayacağını öğrenmiş olduk.
Diplomasinin tadı kaçtı
‘Hakikat bizi özgür kılacak’ diyenler ise o gece TV ekranlarına yapışıp kaldılar. Üslup tartışmalarının ötesine geçip asıl meselenin ne olduğuna kulak kabarttılar. Başbakan Erdoğan’ın bir eliyle moderatörle kavga ederken sarfettiği ‘one minute’, ‘excuse me’ çıkışları arasında ağzından çıkan sözlere odaklandılar. Dünyanın gözü önünde hakikati olduğu gibi söylemenin (ne söylemesi, haykırmanın!) maliyetini göze almış bir siyasi lidere kulak kabarttılar. ‘Kasımpaşalılık’ evrenselleşti o gece, çünkü ‘hakikat eğip bükmeye gelmez’ dedi. ‘Moment’inin geldiğini hisseden Erdoğan, doğal bir sezgiyle hareket etti; sözünü söyledi ve ‘bu meclisin tadı kaçtı’ deyip kalktı gitti.
Salt diplomasi açısından baktığınızda ortada sıkıntılı bir durum var. Diplomatların büyük gayret ve itina ile inşa ettiği bir kurguyu bir anda, bir cümleyle yıkmak, süreci tersine çevirmek zor bir iş değil. Uluslararası ilişkiler tarihinde bu tür hadiseler nadirattan da değil. Fakat diplomasinin amacı sonuç almaksa bazen bunun en etkin yolu, diplomasinin sınırlarını zorlamaktır. Paradigmayı zorlamak, diplomasinin sınırlarını terk etmek ve siyasi liderliğin alanına girmektir. Bu noktada mesele artık bir üslup, tarz ve tavır meselesi değil, bir öz, cevher ve esas meselesidir. Filistin meselesinde herkesin bildiği ama söylemekten çekindiği hakikatler, meselenin temelinde yatıyor. Üstelik Filistin sorunu sadece bir üslup meselesinden ibaret olsaydı, bu sorun otuz yıl önce çözülmüş olurdu.
İsrail’in yayılmacı politikaları masaya yatırılmadan ve mevcut politikalarıyla barış istemediği kendisine hatırlatılmadan ne Obama’lı ne de Obama’sız kalıcı bir çözümün bulunamayacağı artık açık-net bir şekilde ifade edilmeli. Bu bağlamda son Gazze Savaşı İsrail için bir iletişim kabusuna dönüşmek üzere. Peres’in küstah ve mütekebbir tutumu kısmen bu suçluluk duygusundan kaynaklanıyor. Ve bunu söyleyen sadece Başbakan Erdoğan değil. International Herald Tribune’e konuşan İsveç eski dışişleri bakanı söyle diyor: ‘Peres’i yıllardır tanırım. Onu hiç böyle öfkeli görmemiştim. Gazze Savaşı’ndan sonra İsrail’e yönelik uluslararası tepki ve eleştirilerden iyice bunalmış görünüyor ve kendini yalnız hissediyor olmalı’. İsrail propaganda makinesinin paniğe kapıldığı ve eski gücünü yitirmeye başladığı artık bir sır değil.
Haberlerin ağında Filistin
Bu gerçekleri Araplar söyleyemiyorlar çünkü her birinin farklı bir meşruiyet sorunu var. Arap dünyası 1973 Savaşı’ndan bu yana öylesine irtifa kaybetti ki şu anda hiç bir şeye direnecek moral ve siyasi güçleri yok. Bugünlerde herkesin mutlaka (yeniden) okuması gereken Publish It Not: The Middle East Cover Up (‘Sakın Yayımlamayın: Ortadoğu’da Gerçekler Nasıl Örtbas Ediliyor’) kitabının yazarları Christopher Mayhew ve Michael Adams, eserlerini 1973 Arab-İsrail savaşının hemen ardından kaleme aldıklarında ‘nihayet Araplar İsrail’e karşı koyacak bir direnç gösterdiler ve ellerindeki en güçlü silah olan petrolü akıllıca kullanmaya başladılar. Bundan sonra Ortadoğu’nun tarihi çok farklı bir mecrada akacak’ demişlerdi. Edward Said’in Covering Islam (Haberlerin Ağında İslam) kitabının da ilham kaynağı olan bu iki yazar, ilerleyen yıllarda ne kadar büyük bir yanılgı içinde olduklarını gördüler. Biz de gördük, Araplar da. Gazze’de çocuklar ve kadınlar ölürken dahi bir araya gelemeyen ve Kuveyt ve Katar’da iki ayrı blok halinde toplanan Arap liderler, içi boş hamasi konuşmalar yaptılar ve sonra hiç bir şey olmamış gibi ülkelerine geri döndüler. Ateşkes, ne Türkiye’nin ne Mısır’ın ne de Fransa’nın girişimiyle gerçekleşti. İsrail ‘şimdilik bu kadar yeter’ dedi ve Obama’nın yemin törenini gölgelememek için saldırılara ara verdi. Seçimlerden hemen önce ya da sonra yeni bir saldırı dalgası gelirse şaşırmayın. Karşımızda böyle bir tablo dururken Arapların ‘kral çıplak’ demesini beklemek mümkün mu?
Neden Araplar değil?
Bu tavrı Avrupalılardan da bekleyemeyiz. Zira tıpkı Araplar gibi Avrupalılar da İsrail’in yıktıklarını inşa etmekten başka bir şeye talip değiller. Yıkımı daha ilk aşamasında durdurmaya ne niyetleri ne de güçleri var. İki Batılı diplomatın özel bir görüşmede ifade ettiği gibi ‘Bütün Avrupa İsrail’in acımasız ve tavizsiz tavrı karşısında acziyet içinde’. Amerikalılardan da bir şey beklemek mümkün değil. Çünkü İsrail lobisi ve Siyonist örgütler, ABD halkının hikayenin sadece İsrail versiyonunu duyması için propaganda tarihinin en başarılı operasyonunu yapıyorlar. ‘İşgal, 2005’te Ariel Şaron Gazze’den tek taraflı olarak çekilince bitti ama Araplar barış istemiyor’ cümlesini her gün dikte ettiriyorlar.
2005-2007 arasında İsrail’in Filistin topraklarında 1200’ün üzerinde Filistinliyi öldürdüğünü, binlercesini yaraladığını, binlercesini keyfi bir şekilde tutuklayıp kimsenin iç yüzünü bilmediği İsrail hapishanelerine tıktığını gizleyerek yapıyorlar bunu. 2005’ten bu yana Batı Şeria’da 12 bin yeni yerleşimci için ev yapıldığını örtbas ederek anlatıyorlar hikayelerini. ABD’lilerin bu hikayeyi satın aldığı her gün Filistin ve Ortadoğu barışı için kayıp hanesine yazılıyor.
Geriye kim kaldı? Filistinliler. Onların hikayesi de bir başka hüzünlü. Arafat liderliğindeki Fetih ‘terörist örgüt’ olmaktan Filistin halkının meşru temsilcisi olmaya doğru evrilirken İsraillilerle defalarca masaya oturdular. 1991-1992’de başlayan Madrid ve Oslo süreçleri başladığından beri müzakereler sürüyor. Fetih, İsrail’e zeytin dalı uzattı (daha doğrusu Arap devletleri tarafından uzatmaya zorlandı). Sonuç; Fetih mensubu bir Filistinli yetkilinin ifadesiyle ‘kocaman bir sıfır’. Fetih, Filistin halkı adına verilebilecek bütün tavizleri verdi ve yine barış gelmedi. Hamas ‘barış oyunu oynamak istemiyoruz’ dedi ve silahlı direniş başlattı. Sonuç, yine çözümsüzlük. Hamas’ın bayrağı altında Filistin halkı direniyor ama bu direniş sonuç üretmiyor. İsrail’e uzatılan zeytin dalı da, boş arazilere düşen ev yapımı roketler de Filistin’e İsrail savaş makinesi olarak geri dönüyor. Bu kısır döngünün temel bir sebebi var: Filistin, tek kişilik bir savaş değil. Ne tek başına Türkiye, ne de tek başına Araplar bu işin altından kalkabilirler.
İleri cephe siyaseti
Filistin sorununun çözümü bir yana bu sürecin bir de Türkiye’ye bakan tarafı var. Başbakan’ın Davos çıkısı, özünde bir ileri cephe siyasetine tekabül ediyor. Tarih boyunca bütün büyük güçler manevra alanlarını genişletmek için ileri cephe siyaseti izlediler. Bir adımlık alanda rahat hareket etmek için üç adım ileri gittiler. İskender’in uzun ‘Doğu yürüyüşü’nün Osmanlı’nın bitmek bilmeyen ‘Batı yürüyüşü’nün arkasında aynı siyaset yatıyordu. Modern dönemde büyük Avrupa güçleri de aynı yoldan ilerlediler. İngilizler Avrupa’da güçlü olmak için Hindistan’ı sömürgeleştirdi. Amerikalılar Atlantik ötesindeki güvenlik duvarını yüksek ve sağlam tutmak için dünyanın her yerinde hakim olmaya çalışıyor.
Türk diplomasisi açısından ileri cephe siyasetine geri dönmek, sadece kırk yıllık bir uykudan uyanmak değil, aynı zamanda jeo-politik ve stratejik bir zorunluluğa cevap vermek anlamına geliyor. Bugün Türkiye’nin milli güvenliği, Habur’da ya da başka sınır kapılarında değil, daha ileri noktalarda, Şam’da, Bağdat’ta, Erbil’de, Tahran’da, Atina’da, Sofya’da, Erivan’da başlıyor. Çünkü güvenlik sadece sınıra asker yığmakla yahut teknolojik yatırım yapmakla sağlanmıyor. Etrafınızdaki güvenlik alanını derinleştirebildiğiniz oranda kendinizi güvende hissedersiniz. Bunun yolu da herkesle ilişkiye geçmekten, herkesin güvenlik ihtiyacını karşılamak için çaba sarfetmekten geçiyor. Türkiye bugün sadece güvenliğini barışçıl yollarla sağlamaya çalışan ve bunda büyük ölçüde başarılı olan bir ülke değil. Türkiye aynı zamanda bölgesine güven ve istikrar ihraç ediyor.
Çünkü Türk dış politikası dört ilke üzerine inşa edilmiş görünüyor: Bölge sorunlarını, bölgesel ve küresel aktörleri devreye sokarak çözmek; bölgedeki bütün aktörleri sürece dahil etmek; demokratik süreçlere saygılı olmak ve son olarak bölge ülkeleri arasındaki ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkileri güçlendirmek.
Türkiye gücünü pekiştirdi
Bu ilkelerin her biri, ikili ilişkilerin ötesinde bir bölge perspektifi geliştirmeyi, bir jeo-stratejik vizyona sahip olmayı zorunlu kılıyor. Türk dış politikasının yeni ileri cephe siyaseti, bu zorunluluğun bir sonucu olarak ortaya çıkıyor ve Ankara’dan Şam’a, Tahran’dan Erivan’a, Bağdat’tan Brüksel’e, Washington’dan Davos’a kadar çok geniş bir coğrafyada akis buluyor.
Davos çıkısından sonra Başbakan Erdoğan ‘kral çıplak’ diyebilen tek bölge lideri haline geldi. Bunu Türkler kadar artık Araplar, Avrupalılar, Amerikalılar ve İsrailliler de biliyorlar. Dahası Türkiye’nin bu yeni ileri cephe siyaseti etkisini Davos ve Gazze’nin ötesinde de göstermeye başladı. Türkiye’nin üç yıldır güttüğü ‘herkesi angaje edin’ siyaseti, başka mecralarda kendiliğinden sonuçlar doğurmaya başladı. Afganistan’da kalıcı bir barış ve istikrar için Taliban’ın sürece dahil edilmesi gerektiğini bugün Avrupalı ve Amerikalılar dahil herkes söylüyor. Pek çok Batılı üst düzey yetkili Taliban ile gizli görüşmeler yapıyor. Türkiye bunu uzun bir süredir dile getiriyordu. Obama yönetimi Türkiye’nin Suriye ve İran açılımlarını da pozitif katkı olarak görerek işe başlayacak. Türkiye’yi hafife almamaları gerektiğini görenler Ermeni soykırım tasarısını da gözden geçirmek zorunda kalacak.
Aynı şey Filistin konusunda da yaşanır mı? Araplar ‘barış süreci oyunu’nu oynamaya devam ettikleri müddetçe bu mümkün değil. Ortadoğu barış süreci, tek kişinin sırtlanıp götürebileceği bir dava değil. Başbakan Erdoğan dışarıda yalnızlaşmak istemiyorsa, ‘kral, çıplak!’ diyebilecek (İran ve Suriye dışında) başka aktörleri devreye sokmak ve uluslararası ittifakı genişletmek zorunda. Kasımpaşa diplomasinin hatası, herkesin kendisi gibi dürüst ve cesur olduğunu düşünmesi. Fakat birileri bu ‘naifliği’ gösterecek ki ahlakın ve hakikatin sukut etmediğine inanmaya devam edelim.