SETA > Yorum |
Rejim Değişmiyor Cumhuriyet Güçleniyor

Rejim Değişmiyor Cumhuriyet Güçleniyor

İçinden geçtiğimiz süreç, devleti kuruluşundan itibaren tahakküm altına alan ve topluma kapatan oligarşik rejimin tasfiyesi ve ülkenin gerçek anlamda cumhuriyete doğru yol almasıdır.

Haftalık mizah dergisi Uykusuz son sayısında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni batmakta olan bir işyerine benzeterek kapısına “Kapatıyoruz: Zararına Son Yasamalar” başlığını attı. Verilmek istenen mesaj, cumhurbaşkanlığı sistemini içeren anayasa değişikliği teklifinin meclisi ortadan kaldıracağı şeklinde. Bu mesajın arka planında ise uzunca bir süredir gündemde tutulan, siyasetin tamamıyla devre dışı bırakılarak bir “diktatörlük” rejimine doğru gidiyor olduğumuz iddiası var. Rejim değişikliği iddiası, hiç şüphesiz, muhalefetin anayasa değişiklik teklifini akamete uğratmak için sürdürdüğü kampanyanın çekirdeğini oluşturuyor.  Hatırlanacağı üzere muhalefet öncelikle teklifin Meclis Genel Kurulu’na gelmemesi için ilgili anayasa komisyonunda müzakereleri tıkama yoluna gitmişti. Bu süreçte OHAL ortamında referendum yapmanın sakıncaları ve ülkede terör varken böyle büyük çapta bir anayasa değişikliğinin sırası olmadığı gibi zayıf iddialar da ortaya atıldı. Daha sonrasında, değişiklik teklifinin Meclis’te görüşülmeye başlanacağı gün Meclis önünde protesto gösterileri düzenlendi. Görüşmelerin başlamasıyla Meclis’teki oylamaların gizliliğinin ihlal edildiği iddiaları ortaya atıldı.

Bir yandan da değişikliğe destek veren MHP tabanını hedef alan başka söylemler, cumhurbaşkanlığı sisteminin federasyon ve bölünme anlamına geldiği, gündeme sokuldu. Ayrıca, teklifteki ilgili maddelere atıfla yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmak istendiği, kuvvetler ayrılığı ilkesinin zarar göreceği de dillendirildi. Teklifin geçmesinin ülkede kutuplaşmayı körükleyeceği ve iç savaşa varan bir çatışma ortamı yaratacağı da iddia edildi. Bu iç savaş tehdidine, cumhurbaşkanlığı sisteminin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Partili ileri gelen siyasilerin yüce divanda yargılanmamak için üretildiğinin, ancak yargılanmadan kurtulamayacakları tehditleri de eklendi.

Muhalefetin hedefinde 2007 yılındaki Cumhuriyet Mitinglerine benzer gösterilerle sokağı hareketlendirip ülkeyi kaosa sokmak ve yönetilemez hale getirmek olduğunu söylemek zorundayız. Keza 367 krizinin baş aktörlerinden CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın muhalefet adına görüşmelerde ilk sözü alarak “oldurmayın” nidalarına bir kez daha şahit olmamız bir rastlantı değildi.

Ekonomi alanında dolar kurunun artışını tetikleyen spekülatif hareketler ve son dönemde tırmanışa geçen terör olayları hesaba katıldığında dış güçlerin de ülkede bir güvensizlik ve yönetim boşluğu ortamı yaratarak sokağı hareketlendirmeye katkı sunmaya çalıştığı bir gerçek. Bu noktada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun katkılarını da unutmamak gerekir. Kılıçdaroğlu twitter hesabından paylaştığı “duygusal” bir videoyla Mustafa Kemal Atatürk kartını devreye soktu. Şiirli video klipte “vatandaşa emanet edilen” cumhuriyet rejiminin “karanlık güçler” tarafından ortadan kaldırıldığı ve “tek parti” ve “tek adam” rejimine doğru yol aldığımız mesajı işlenmekte. Özetle muhalefet, meclisin işlevsizleştirilerek cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırıldığı tezi üzerinden cumhuriyetçiler ve karşıtları şeklinde bir toplumsal kamplaşma yaratmayı amaçlıyor. Dolayısıyla muhafeletin bu çabaları, siyasette uzlaşmanın değil, çatışmanın başat unsur olduğunu söyleyen siyaset bilimcileri bir kez daha haklı çıkarmış oluyor. Ancak siyasette çatışmayı ön plana çıkaranlar aynı zamanda iktidara giden yolun rakipler karşısında en geniş kampı inşa etmekten geçtiğini de söylerler. Muhalefetin geliştirdiği her söylemin bu kamplaşmanın ateşini harlamaya çalıştığı kesin. Ancak kesin olmayan bir şey var ki, o da muhalefetin cumhuriyetçiler ve karşıtları kamplaşması teziyle en geniş toplumsal kampı inşa edip edemeyeceği.

REJİM DEĞİŞİYOR ÇARPITMASI

Gerçekten de muhalefetin başarısı anayasa değişikliği teklifinde yer alan cumhurbaşkanlığı sisteminin cumhuriyet rejimini ortadan kaldırdığına halkı ikna edebilmesine bağlı. O halde bu noktada sormamız gereken en esaslı soru şu: Cumhurbaşkanlığı sistemi cumhuriyet rejimini sona mı erdiriyor?

Bu soruya cevaben hemen kestirmeden cumhurbaşkanlığı sisteminin yönetim sistemine dair bir değişiklik öngördüğü ve bunun rejim değişikliğiyle herhangi bir alakasının olmadığını söylemek. Bilindiği üzere cumhuriyet rejiminin karşıtı monarşidir. Bu iki rejim arasındaki fark, cumhuriyette egemenliğin kaynağının halk olması ve halkın kendi kendini yönetmesi, monarşide ise egemenliğin kaynağının kral olması ve kralın tebasını tek taraflı olarak yönetmesidir. Hem cumhurbaşkanlığı sistemi hem de parlamenter sistem, halk egemenliğine dayanan ve halkın kendi kendini temsilcileri aracılığıyla yönettiği demokratik rejimlerdir. Yani, cumhurbaşkanlığını parlamenter sistemle karşılaştırabiliriz. Ancak cumhuriyet rejimiyle bir karşıtlık içinde olduğunu iddia edemeyiz. Cumhurbaşkanlığı sisteminde millet iradesinin beş yıllığına tek bir kişi tarafından temsil edilmesi [ki millet aynı zamanda yasama erkine de temsilci gönderiyor] onu demokratik bir rejim olmaktan alıkoymaz. Temsiliyet ilkesi göz önüne alındığında, halkı bir kişi ile 550 kişinin temsil etmesi arasında herhangi bir niteliksel fark yoktur.

Ancak burada muhalefet ısrarla şöyle bir itirazda bulunuyor. Anayasa değişikliğiyle yasamanın yürütme karşısında aşırı derecede zayıflatılması ya da tamamıyla ortadan kaldırılmasıyla “faşist bir dikta rejimi” inşa edilmektedir. Buna gerekçe olarak, meclisin güvenoyu ve güvensizlik oyu yetkisinin elinden alındığı öne sürülmektedir. Yine, bakanlar kurulunun Meclis’te yer alamaması ve bakanların cumhurbaşkanının sekreteryasına dönüştürülmesi dillendirilmektedir.

Her iki eleştiri de parlamenter sistemin temel nitelikleriyle cumhurbaşkanlığı sistemi eleştirisi yapmak gibi absürd bir durum teşkil ediyor. Cumhurbaşkanlığı sisteminin dünyadaki tüm uygulamalarına baktığımızda, yürütme erki seçimlerinin yasama erki seçimlerinden ayrı yapıldığını, dolayısıyla güvenoyu ve güvensizlik oyu gibi parlamenter sisteme has mekanizmalara sahip olmadığını görürüz. Yine, tüm cumhurbaşkanlığı sistemi uygulamalarında bakanlar kurulunu oluşturan üyeler meclis dışından olmak zorundadır ya da bakan olan vekillerin meclis üyeliği düşmektedir ve cumhurbaşkanının sekreteri konumundadırlar. Parlamenter sistemde bakanlar kurulu toplu bir şekilde meclise karşı sorumluyken, cumhurbaşkanlığı sisteminde tüm sorumluluk cumhurbaşkanınındadır ve cumhurbaşkanı da sadece halka karşı sorumludur. Sonuç olarak muhalefet, bir yönetim sisteminin ancak kendi kural ve mekanizmalarıyla değerlendirilmesi gerektiği kuralını kasıtlı bir şekilde çiğnemekte ve kamuoyunu yanıltmaya çalışmaktadır.

AĞIRLIK MERKEZİ DEĞİŞİYOR

Ancak muhalefetin eleştirileri bu noktada sona ermemektedir. Bu sefer eleştirinin odağında cumhurbaşkanının aşırı şekilde güçlendirildiği ve bu durumun yasama ve yargı erki karşısında bir dengesizlik yaratacağı iddiası bulunmaktadır. Buna göre, oluşacak sistemin denge-denetleme mekanizmalarına sahip olmayan ve hukukun üstünlüğüne riayet etmeyen otoriter bir yönetim ortaya koyacağı ileri sürülmektedir. Burada muhalefetin gözden kaçırdığı cumhurbaşkanlığı sisteminin temel esprisinin yürütmeyi güçlendirmek ve siyaset kurumunun merkezine çekmek olduğudur. Yürütmenin güçlendirilmesi de demokratik normlar çerçevesinde yapılmakta ve diğer erklerin zayıflatılmasını hedeflememektedir.

Parlamenter sistemde siyasetin merkezinde meclis varken, cumhurbaşkanlığı sisteminde siyasetin merkezinde yürütme erki bulunur. Yürütme erkinin siyasetin merkezine çekilmesi, yürütmenin seçimlerinin yasama erkinin seçimlerinden ayrı bir şekilde yapılması, cumhurbaşkanının sabit bir süre için seçilmesi, meclise karşı sorumlu olmaması ve yürütmede çift-başlılığa son verilmesi anlamı taşır. Mevcut anayasa değişikliği teklifi tam olarak bunu yapmaktadır. Başbakanlık makamını kaldırarak yürütmede zaman zaman sorunlara neden olan çift-başlılığa son verilmekte, yürütmenin başı olan cumhurbaşkanının seçimi direkt halk tarafından beş yıllığına ve en çok iki defa olacak şekilde düzenlenmekte ve böylece meclisin güvenoyu ve güvensizlik oyunun devre dışı kaldığı meclise karşı sorumsuz bir şekilde görev yapması öngörülmektedir.

Peki anayasa değişikliğinin hedeflediği cumhurbaşkanlığı sistemi yasama erkini zayıflatmakta mıdır? Burada kriter olarak kendimize parlamenter sistemi değil, cumhurbaşkanlığı sisteminin dünyada genel kabul görmüş demokratik uygulamalarını almamız gerekir. Bu perspektiften bakıldığında, cumhurbaşkanlığı sistemlerinde meclislerin yasama faaliyeti, bütçe yapımı, yüksek yargı mensuplarının ve üst düzey devlet memurlarının atanmasına söz sahibi olma ve fesih gibi yetkileri vardır.

Cumhurbaşkanlığı sisteminin uygulandığı iki önemli ülkeye, ABD ve Fransa’ya göz attığımızda ABD’de yasama organının, yasama faaliyetleri yanında bütçe yapma ve onaylama, yüksek yargı mensuplarının ve üst düzey bürokratların atamasında söz sahibi olma yetkileri bulunurken, yürütmeyi feshetme yetkisi yoktur [aynı zamanda ABD Başkanı’nın da Kongre’yi feshetme yetkisi yoktur]. Fransa’da meclis ABD’dekinden farklı olarak bütçe yapma yetkisine sahip değildir ve cumhurbaşkanı tek-taraflı olarak meclis seçimlerinin yenilenmesine karar verebilir. Meclis seçimleri de cumhurbaşkanlığı seçimleriyle aynı zamanda (bir ay arayla) yapılır. Bu örneklerden Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı sistemine baktığımızda Meclis’in yasa yapma yetkisinin yanında bütçeyi görüşme ve onaylama, yüksek yargı mensuplarının yarıdan fazlasını seçme, yürütmenin seçimlerini yenileme ve yargılama yetkilerine sahiptir. Ayrıca, seçilme yaşının 18’e düşürülmesi ve vekil sayısının 600’e çıkarılması da ekstradan meclisi güçlendiren adımlardır. Neticede, ABD Kongresi’nden daha zayıf, ancak Fransa Meclisi’nden daha güçlü olduğu görülmektedir. Burada elbette ABD’nin federal bir devlet olduğu ve eyaletleri/devletleri temsil eden Kongre’nin üst kanadı Senato’nun, merkezi federal devlet karşısında bir denge unsuru oluşturması nedeniyle güçlü tutulduğu da unutulmamalıdır.

Unutulmaması gereken bir başka husus da, cumhurbaşkanlığı sisteminin muntazam bir şekilde işleyebilmesi için güçlü bir meclise duyulan ihtiyaçtır. Cumhurbaşkanının politikalarına meclisten destek bulmasının hayati olduğu ve ülke yönetimi için gerekli yasaları çıkaracak güçlü bir meclisin kritik öneme sahip olduğu gerçeği tartışmalarda gözden kaçırılmaktadır. Latin Amerika ülkelerinde cumhurbaşkanlığı sisteminin yaşadığı en temel kriz zayıf meclislerin varlığıdır. Gevşek siyasi parti yapılarına sahip ve çok sayıda partinin oluşturduğu zayıf meclisler durağanlık (immobilite) sorununa sebep olmaktadır. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Şayet mevcut anayasa değişikliği teklifi meclisi zayıflatmak isteseydi, seçim barajını sıfırlaması ve seçim sistemini de parti disiplinini zayıflatacak şekilde dar bölge seçim sistemine doğru çekmesi beklenirdi. Böylece, iddia edildiği gibi yürütme karşısında olabildiğince edilgen bir meclis yapısı ortaya çıkabilirdi. Eğer meclisin zayıflatılmasıyla seçim kazanamayan muhalefetin güç ve etkisinin azaltılması kastediliyorsa bu hukuki değil, siyasi bir sorundur. Ve çözüm yeri siyasettir, toplumun merkezine ve geneline yönelik bir siyasi dil geliştirmekten geçer.

DEVLETİN KRİZİNE CEVAP

Yine de tüm bunlardan sonra cevap verilmesi gereken bir soru var: Neden Türkiye’de cumhurbaşkanlığı sistemine geçme ihtiyacı duyuluyor? 20. yüzyılda devletler sosyolojik nedenlerle, devlet ile toplumun kesin bir şekilde ayrıştığı “tarafsız” devlet yapısından devlet ile toplumun iç içe geçtiği “total” devlet yapısına evrildi. Böylece dini, etnik, kültürel ve ideolojik açılardan çoğulcu toplum yapısına sahip devletler krize girdi. Ekonomik bunalımlarla iç içe geçtiğinde ise krizler daha da derinleşti. Bu krize cevaben devletler toplumsal çoğulculuğun istikrarsızlaştırıcı etkilerini azaltmak ve kontrol edebilir düzeye çekmek için siyasetin ağırlık merkezini yürütme erkine kaydırma yoluna gitti. Çünkü bu dönüşüm sürecinde parlamentolar çıkış amaçları olan, kralın iktidarını sınırlandıran ve belli bir ortak değere sahip “burjuva” kurumları olmaktan sıyrılıp, bizzat devletin kendisi haline geldiler. Siyasi partiler de bu süreçte siyasetin başat unsuru konumuna yükseldi. Toplumda tikel çıkarları ve farklılıkları savunan siyasi partiler ile birliği temsil eden devlet birbirine eşitlendi. Böylece siyasi istikrar, bir bakıma kaderin (fortuna) insafına bırakılmış oldu.

Bazı devletler bu yapısal dönüşümün yıkıcı etkileri karşısında parlamenter sistemlerini güçlendirirken, diğerleri cumhurbaşkanlığı sistemine geçti. Örneğin, bu süreci en travmatik şekilde yaşayan Almanya 1949’daki yeni anayasasında yüzde 5 seçim barajı, pozitif güvensizlik oyu ve karma seçim sistemini getirerek parlamenter sistemini meclis karşısında yürütmeyi güçlendirecek şekilde yeniden dizayn etti. Fransa daha da ileri giderek çöken dördüncü cumhuriyetin ardından 1958’de, yaklaşık 150 yılı aşkın parlamenter sistemini arkada bırakıp cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş yaptı. Böylece, Fransız sistemi yürütmenin yasama karşısında en güçlü olduğu demokratik rejimlerden biri haline geldi. Yürütmenin ve siyaset kurumunun güçlendirilmesi ABD, İngiltere ve Rusya başta olmak üzere dünyanın diğer ülkelerinde de trend haline geldi.

OLİGARŞİK DÜZENİN TASFİYESİ

Türkiye’nin 1961 ve 1982 Anayasalarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Ancak devlet, toplumsal çoğulculuk ve bilumum başka sorun karşısında iyi bir sınav veremedi ve sonuçta sistem çöktü. Çöküşün temel sebebi, Kemalist rejimin topluma devleti kapatıp siyaseti bastırarak sonuç almaya çalışmasıydı. Çöküşün ardından gelen AK Parti iktidarı ise, devleti topluma açarak ve siyaseti güçlendirerek devleti ayağa kaldırma yoluna gitti. Ancak devletin toplumsal çoğulculuğun parçalayıcı etkisine kontrolsüz şekilde açılması zamanla istikrarsızlık yarattı. Çözüm sürecinin çöküşü, PKK’nın “devrimci halk ayaklanması” ilanı ve bürokrasiye yuvalanarak siyaset kurumunu hedef alan FETÖ’nün darbe girişimleri bu durumun, yani devlet-toplum ilişkilerinde oluşan otorite boşluğunun semptomlarıydı.

Bu krize iktidarın cevabı, yürütmeyi siyasetin merkezine çekmek ve böylece siyaset kurumunu güçlendirme yönünde adım atmak şeklinde oldu. Yani, bir yandan devletin topluma ve farklılıklara açılması devam ettirilirken, diğer yandan da bu durumun istikrarsızlaştırıcı etkilerini dengeleyecek ve kontrol altında tutacak bir adım atıldı. Cumhurbaşkanlığı sistemi teklifi AK Parti ile MHP ortaklığında tam da bu siyasi bağlamda hayata geçti. Elbette Türkiye’nin uluslararası alandaki istiklal mücadelesinde güçlü ve hızlı karar alan bir yürütmeye ve çevreden merkeze akan geniş halk kitlelerinin sosyolojik eşitlenme sürecinin devam ettirilmesi için devlet-toplum ilişkisini doğrudan kuran bir yönetime duyulan ihtiyaç da burada ayrıca not edilmelidir.  Sonuç olarak, şayet cumhurbaşkanlığı sistemiyle bir rejim değişikliğinden bahsedilecekse, bundan cumhuriyetten uzaklaşılan değil, tam tersine cumhuriyete doğru atılan bir adım şeklinde bahsetmek gerekir. Keza, bir devleti cumhuriyet yapan, yöneten ile yönetilen arasında kategorik ayrışmanın olmaması ve kaba gücün yerini rasyonel siyasete bırakmasıdır. Bu anlamda içinden geçtiğimiz süreç, devleti kuruluşundan itibaren tahakküm altına alan ve topluma kapatan oligarşik rejimin tasfiyesi ve ülkenin gerçek anlamda cumhuriyete doğru yol almasıdır.

[Star Açık Görüş, 15 Ocak 2017].