Kimse beklemiyordu Trump’ın seçimi kazanacağını. Trump bile son bir aydır tüm kampanyasını, seçimlerin nasıl hileli olduğunu halka anlatmaya ayırmıştı. Amerikan tarihinde ilk kez, bir başkan adayı seçimi kaybetmesi durumunda bunu kabullenmeyeceğini söylüyordu. Seçim sabahı attığı tweet’te bile seçmenlerini seçimin hileli olduğuna inandırma gayreti vardı. Kamuoyu araştırma şirketleri ve siyasal analizciler Amerikan toplumundaki kutuplaşmaya işaret ederek iki aday arasındaki yüzdelik farkın Clinton lehine çok düşük bir şekilde gerçekleşeceğini savunuyordu. Kampanyalar da son düzlüğe girilirken aynı fikirdeydi. Yalnız son hafta içerisinde bazı uzmanlar ‘gizli Trumpçılar’dan ve özellikle gençlerin sandığa gitme oranından ciddi bir şekilde rahatsız olmaya başlamıştı. Bu durumun ne şekilde sonuçlanacağı ise yine bir muammaydı. Kamuoyunda Trump’ın kazanacağını savunanlar ise Amerikan sistemine temelden skeptik olan bir grup ile Trump’ın gelmesi durumunda Amerika’nın ve dünyanın daha güzel olacağını savunan bir gruptan ibaretti. Analizler genel olarak sosyolojik veya siyasal bir analizden ziyade ideolojik bir tavır ve muhalif bir beklentiden ibaretti. Peki, bu küçük grup haricindeki binlerce insanı Trump neden yanılttı?
Öncelikle herkesi yanıltan Amerika'daki kutuplaşmanın derecesiydi. Uzun yıllardır devam eden kutuplaşma argümanları ve tezleri sonrasında kutuplaşma sanki sıradanlaşarak Amerikan toplumunun bir parçası gibi algılanmaya başlamıştı. Silah taşıma izni, LGBT hakları, idam cezası ve kürtaj hakkında ortaya çıkan siyasal ve toplumsal fikir ayrılığına odaklanarak anlatılan siyasi polarizasyon uzun zamandır kendini sanki kontrol edilebilir ve kuşatılabilir bir şekilde sunmuştu.
100 YILIN ÜÇ BÜYÜK TRAVMASI
Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki yer yer sistemi tıkayan görüş ayrılıkları ise özellikle iki partinin geleneksel olarak farklı duruşa sahip oldukları federal hükümetin ölçeği ve büyüklüğü tartışmasının bir parçası olarak algılanmıştı. Sanki özellikle bütçe tasarıları ve borçlanma tavanı üzerinden Beyaz Saray ile Cumhuriyetçi Kongre arasında yaşanan bu geleneksel pozisyonların bir çatışmasından ibaretti. Ancak siyasi ve soysal kutuplaşmanın bu sefer temel dinamikleri ve sonuçları oldukça farklı oldu. Bu kendini çok yakından göstermeyen dip dalganın küreselleşme ve popülizmle yakından bağlantısı vardı. Dahası Amerikan toplumunun son 15 yılda yaşadığı üç büyük şok, yarattığı travmayla birlikte siyasal bir artçı şoku da beraberinde hazırlamıştı. Amerikan tarihinde son 100 yıla yakın sürede üç büyük şok ve travma yaşanmıştı.1929 Büyük Buhranı ortaya ciddi bir milliyetçi ve dışlayıcı dalganın ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş ve Amerikan toplumunun temel dinamiklerini oldukça derinden etkilemişti. İzolasyonist hareketler bu dönemde büyük bir güç kazanmıştı. Herkes bu ekonomik krizin müsebbibi ve toplumsal olarak fakirleşmenin sorumlusunu aramaktaydı. En farklı olan en suçlu olarak görülüyordu. Bunun ertesinde, İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Japonya tarafından düzenlenen Pearl Harbor saldırısı ise Amerikan toplumu için başka bir şoku beraberinde getirmişti. Aşırı kendine güvenin böyle bir saldırı ile sarsılması travmatik sonuçlar doğurmuştu. Bu sefer Amerika ilk tepkisinde yer yer xenophobic ve Japon karşıtı bir toplumsal dalgayı yaratmıştı. Amerika’da yaşayan Japonların bu yıllarda maruz kaldığı ayrımcılık ve aşırı milliyetçi tepki uzun süre unutulmadı. Son olarak Amerika geçtiğimiz yüzyıl içinde, Vietnam Savaşı ile aynı korku ve travmayı yaşadı. Dünyanın süper gücünün bir üçüncü dünya ülkesine karşı savaşta yaşadığı hezimet ciddi bir kendine güven kaybı ile toplumsal anlamda devlete ve kurumlara karşı da ciddi bir güvensizlik dalgasını beraberinde getirmişti. Anti sistem siyasi düşüncelerle birlikte kitlesel hareketler yeni bir güç kazanmıştı. Son yüzyıl içerisinde gerçekleşen bu üç büyük kriz ve travma son 15 yılda yaşanan üç büyük şoka oldukça benzerdi. Millenial olarak adlandırılan ve apolitik olmakla suçlanan kesim 15 yıl içerisinde 100 yılda yaşanan şokları aynı anda yaşadı ve bu paralel sonuçları doğurdu.11 Eylül saldırıları Amerikan toplumu için büyük bir şoktu. Amerika tarihinde ilk kez kendi anakarasında saldırya uğramıştı. Bu saldırı sonrası ortaya çıkan İslamofobi dalgası Japon karşıtlığına benzer ama bu sefer daha uzun ve dirençli olmuştu. DEA şoku ve özellikle Amerikalı rehinelerin öldürülmesi videosu bu durumu daha da körüklemişti. Eskiden Marjinal olarak adlandırılacak İslam karşıtı söylemler iyice sıradanlaşmıştı. Irak Savaşı sırasında ve sonrasında kendini gösteren toplumsal travmanın da Vietnam Savaşı sırası ve sonrasında yaşanan sistem ve devlet karşıtlığına benzerliği oldukça dikkat çekiciydi. Washington eliti dahil kimse devlete tam olarak güvenmiyordu. Ne istihbarat örgütlerinin toplu açıklamaları ne de başkanın konuşmaları halkta ikna ve güven duyguları doğurmamaktaydı. Toplum artık siyasetin iç işleyişini ve Washington’da işlerin nasıl döndüğünü House of Cards gibi dizilerden ve artan komplo teorilerinden okumaktaydı.
ULUSLARARASI İZOLASYON FİKRİ
Washington, toplumun büyük bir katmanında artık yozlaşmış bir sistem ve yolsuzluk yapan siyasetçilerin ve özel çıkar merkezlerinin etkisi altında kalmış bir yer olarak görünüyordu. Bu noktada hem Obama’nın seçildiği 2008 seçimlerinde hem de bu seçimlerde seçmenin sistem karşıtlığı ve Washington dışından gelmeyi bir sermaye olarak okuması oldukça ciddi sonuçlar yaratmıştı. Son olarak 2008’de Lehman Brothers’ın batması sonrası tetiklenen ekonomik krizin toplumsal artçı şoklarının 1929 Buhranı sonrası yaşananlardan çok bir farkı yoktu. Aynı ekonomik korumacılık ve uluslararası izolasyon fikri ortaya çıkmıştı. Ekonomik krizlerin ortaya çıkardığı ‘günah keçiciliği’ kendini bu krizden sonra da göstermiş ve özellikle kriz sonralarındaki göçmen karşıtlığı bu krizde de kendine yeni bir ses ve nefes bulmuştu. Trump’ın seçim kampanyasına Meksikalı göçmenlere hakaretler ile başlaması bu noktada önemli bir dönüm noktasıydı. Çin’in Amerikalıların işlerini çaldığı konusundaki geleneksel Cumhuriyetçi tavır, dış tehdit algılaması yerine yakın ve iç tehdit algılamasına dönüşmüştü.SAĞ POPÜLİZM
Bu krizler ve şoklar tıpkı daha öncekiler gibi küresel bir ölçek kazanmıştı. Trumpsim olarak adlandırılan hava sadece Amerika’ya has değildi. Her ne kadar Tea Party’nin yükseldiği 2008 seçimlerinden başlayan bir hareketlenme olsa da İngiltere’deki artan popülizm ve Brexit oylaması, Polonya ve Macaristan’daki seçim ve referandumlar bu tür bir sağ popülizmin işaretlerini gösteriyordu. Avrupa’da mesele daha çok özellikle son iki sene içinde Suriyeli mülteciler özelinde kendine bir kanal bulmuştu. Suriye’deki iç savaştan kaçan insanlar Avrupa toplumlarındaki bir kısım için ciddi bir tehdit olarak görülmeye başlamıştı. Adeta yukarıda sayılan üç travmatik tepki kendini Suriyeli mülteci özelinde gösteriyor ve yukarıda bahsi geçen tüm seçim ve referandumlar bu konu etrafında yoğunlaşıyordu. Suriyeli mülteciler hem İslamofobi hem de ekonomik tehdit olma noktasını biraraya getirmişti. Bunun yanında sağ popülizmin korku ve tehdit algılamaları da kültürel ve kimliksel olarak ortaya çıkan farklılığa tepkileri de doğuruyordu. Amerika’da bu durum her seferinde Avrupa’dakine oranla daha az öne çıkmıştı. Amerika’nın bir ‘erime potası’ olduğu ve zaten farklı göçmen toplumlardan oluştuğu için bu tip bir tehdit ve korku algılaması olmayacağı düşüncesi, yaşanan bu büyük kriz ve şoklar sonrasında ortadan kalktı. Terör tehlikesinin yarattığı korku, ekonomik krizin ortaya çıkardığı gelecek kaygısı ve devletin bu kaygı ve korkuları ortadan kaldırmak için hiçbir şey yapmadığına yönelik sistemsel eleştiri bir araya gelince ortaya farklı bir sosyolojik tepki çıkmış oldu. Trump bu tepkileri bir araya getiren bir karakter haline büründü. Herkesin korkusu seçim sonrasında Trump kaybolsa dahi Trumpizmin devam edeceği düşüncesiyken Trump seçimi kazandı. Seçimlerden sonra sokaklarda ağlayan insanlar ve kaygılı bakışlar bu korkunun ifadesiydi. Herkes Trump sonrası Trumpizmle mücadele etmeye hazırlanırken Trump döneminde Trumpizm Amerika’daki farklı kimlikleri ve liberal kesimleri şoka uğrattı.Kısacası tüm bunları aynı 15 yıl içinde yaşamış bir Amerikan toplumunun siyasal olarak bu travmalardan etkilenmesi ölçeğini geleneksel parti fay hatlarında görmek en büyük yanlışımızdı. Mesele Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki bir mücadeleden Washington ile sistem karşıtlığı arasındaki bir mücadeleye çoktan evrilmişti. Artık yaşam alanları bile birbirinden farklılaşan kesimleri daha ciddi bir şekilde incelemek gerekecek. Amerika Trump sonrası bir yandan kurumlarının direncini test ederken öte yandan Trump’ın mobilize ettiği sosyolojik tabanın dünya için ne yaratacağını beraber bir şekilde görecek.
[Star Açık Görüş, 13 Kasım 2016].