Almanya’nın Hamburg kentinde 7-8 Temmuz 2017 tarihlerinde bir araya gelen G-20 ülkeleri yoğun bir ajanda üzerinde çetin pazarlıklar yaptı. Katar’dan ve ‘saray darbesi’ odaklı garipseyici bakışlardan uzak durmak için Suudi Arabistan’ın katılmadığı zirvede; iklimden serbest ticarete, ABD’nin ‘Önce Amerika’ söylemi istikametinde Almanya ile yaşadığı krizden, Ortadoğu ve Kuzey Kore bulmacasında atılacak adımlara kadar birçok konu gündemi meşgul etti. Ayrıca liderlerin yüz yüze yaptığı görüşmeler uluslararası yapının genel çıkarlarının ötesinde, devlet-aktörlerin birebir pazarlıklarıyla zirvenin kulislerini canlandırmış görünüyor. Zirvenin, aktüelleşmiş politik konular yerine, yakın tarihe şekil veren ve önümüzdeki sürece etkileri olabilecek ‘taht oyunlarına’ sahne olduğu bir gerçek. Böyle bir süreçte ABD-Avrupa-Rusya rekabeti ön plana çıktı. Dolayısıyla bu aktörlerin çantalarına ağırlık veren çıkarları ve stratejileri iyi anlamak gerekiyor.
ABD’nin artık pek de çiçeği burnunda olmayan Başkanı Trump’ın mevcut performansı geçmiş yönetimle karşılaştırıldığında sürpriz niteliğindeki söylem eylem çelişkilerini barındırıyor. Malum Obama Amerika’sı NATO Avrupa’sının hamisi rolünden sıyrılıp, hegemonik güç merkezini, biraz da Çin kaygısıyla Asya Pasifik’e kaydırma noktasında bir irade sergilemişti. Bu bağlamda, 2008 ekonomik krizinin gölgesi altında ABD başta olmak üzere NATO’nun Avrupalı üyelerinin birbiri peşi sıra askerî harcamalarını kıstıkları gözlemlenmişti. Buna mukabil Obama yönetimi, Avrupa savunmasının yükünü daha fazla üstlenmek istemediğini yüksek dozajdaki serzenişleriyle beyan etmiş; bunun somut bir çıktısı olarak da 2014 Galler Zirvesi’nde NATO üyeleri GSYH’lerinin yüzde 2’sini savunma harcamalarına ayıracaklarını taahhüt etmişlerdi. Ne var ki Obama’nın halefi Trump, henüz Başkanlık seçim kampanyalarını yürütürken Galler Zirvesi’nde tanımlanan 10 yıllık süreye yayılan kademeli savunma harcaması artışına tahammül edemeyeceğini; NATO’nun özellikle Batı Avrupa kanadının öz kaynaklarıyla kendi savunmasını sağlayacak şekilde gerekli harcamayı yapmasını sert bir dille salık vermişti. Obama ile benzer bir politika yürütmesi, hatta savunma harcamalarını Avrupalı ortaklarının üzerine yıkma gibi bir eğilim göstermesi beklenen Trump, sürpriz nitelikte ‘şahin’ tercihlere yöneldi.
Güvenlikleştirme politikası
ABD Başkanlık seçimleri arifesinde Rusya’nın Trump’ın kampanyası lehine siber müdahale yaptığı iddiaları medyanın gündemine otururken Trump, konvansiyonel boyutta “yeni Sovyet yayılmacılığını” yansıtarak Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’nın doğusunun “işgali” ile Polonya ve Baltık ülkelerine yönelen Rus tehdidine beklenenden farklı bir şekilde cevap verdi. Bu minvalde Trump kısa süre zarfında, Rusya’nın Kaliningrad’da S-400 ve nükleer harp başlığı taşıyabilen ISKENDER füzelerini de kapsayan askerî yığınaklanması ve anlık tatbikat faaliyetlerine mukabil; Polonya, Bulgaristan, Romanya ve Baltık ülkelerine asker ve teçhizat sevkiyatı gerçekleştirdi. Avrupa kıtasında askeri mevcudunu güçlendirmenin yanı sıra, Obama’nın tespit ve kınamadan öteye gitmeyen Suriye’deki kitle imha silahı saldırılarını daha farklı yanıtlayan Trump; 59 adet Tomahawk füzesini, USS Ross ve USS Porter savaş gemilerinden ateşleyip, rejime ait hava üssünü vurmaktan çekinmedi. Keza Trump, Obama’nın ilk seçimlerde kullandığı vaadin gereği olarak Amerikan askerini Afganistan’dan çekerken, El-Kaide ve Taliban terörüyle mücadelede istihbarat faaliyetlerinin ve kinetik-olmayan operasyonların kâfi gelmediği düşüncesiyle Afganistan’da bombaların anasını (MOAB) kullanmaktan imtina etmedi. Yine Trump, Kuzey Kore lideri Kim-Yong’un füze denemelerinin, ABD koruması altındaki Japonya ve Güney Kore’ye yönelik basit bir gövde gösterisi olarak okunamayacağını ifade etti ve Güney Kore ile geniş çaplı askerî tatbikatlar (Key Resolve, 07-18 Mart 2016 ve Foal Eagle, 07 Mart-30 Nisan 2016) icra etti. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, Kuzey Kore’nin başarılı kıtalararası füze denemesi sonrası, ‘küresel eyleme’ geçilmesi çağrısı yaptı. Kısaca Trump, salt Avrupa kıtasında değil; Ortadoğu ve Asya-Pasifik’te de selefi Obama’dan farklı olarak sert güç anlayışına dayalı kuvvet kullanmayı temel alan bir ‘güvenlikleştirme politikası’ izlemeye başladı. Oysa Trump’ın seçim mottosu; bölgesel ve küresel ölçekli gelişmeleri ikinci plana atan, güç odağını ulusal düzleme çeken bir yaklaşıma dayanıyordu.
ABD’nin seçim sonrası uygulaması beklenen politika, askerî çözümlerden ziyade yeniden dünyanın bir numaralı ekonomik gücü olması; dolayısıyla Obama’dan enkaz kalan borçların (sağlık bütçesi vb.) kapatılması yönündeydi. Bu noktadan hareket edildiğinde Trump’ın hâlihazırda izlediği ‘güvenlikleştirme politikası’ ile ‘ekonomi politikası’nın örtüşmemesi gerekir. Ancak istihbarat harcamaları başta olmak üzere ABD’nin güvenlik ve savunma bütçesindeki keskin artış talepleri ve tarihindeki en yüksek meblağa ulaşmasına ilişkin öngörüler şiddetli tartışmalara konudur. Öyle ki, Trump’ın ABD Ordusu için teklif ettiği 54 milyar dolarlık bütçe artışının, Rusya’nın savunma bütçesinin neredeyse tamamına tekabül etmesi hayli dikkat çekicidir. Esasen Trump’ın küresel ölçekli ve eş zamanlı icra ettiği askeri hamleleri incelendiğinde, ABD’nin farklı bir ajandayı yürürlüğe soktuğu iddia edilebilir.
Küresel efelik rolü
Obama’nın son dönemlerinde El-Kaide’ye verdiği destek nedeniyle ABD’deki mal varlıklarının dondurulması gündemde olan Suudilerle, silah satışı ekseninde savunma ve ticaret anlaşmaları yeni bir stratejinin uygulamaya sokulduğunu göstermektedir. Trump bir yandan Körfez ülkelerinden gelecek sıcak para ile ulusal ekonomiyi canlandırabilecek; Katar krizi örneğinde şahit olunduğu gibi Arap ülkelerinin husumetlerini istismar ederek silah sanayiinin çarpan etkisinden faydalanabilecek, bu ülkelerin bağımlı oldukları tek gelir kaynağını dolaylı yoldan ipotek altına alabilecek, ABD’nin küresel angajmanına finansal destek bulabilecektir. Diğer bir ifadeyle ABD, Arap parasıyla “küresel efelik” iddiasını devam ettirebilecektir. Öte yandan, tam da bu aşamada Avrupa’nın pozisyonu ve stratejisi bir meydan okuma olarak ortaya çıkmaktadır.
Avrupa savunmasının salt NATO şemsiyesi altında garantiye alınmasının artık Trump Dönemi’nde mümkün olamayacağını düşünen Almanya-Fransa işbirliği, ABD’nin güvenlik stratejilerinin gölgesi altında ise müphem bir istikamete doğru evrilmektedir. Almanya ve Fransa’nın, küresel forvet veya yedek kulübesinin beklenti içindeki oyuncusu olma arasında tercih yapması gerekmektedir. Her halükarda ABD küresel eyleme geçerken, Avrupa’nın saha dışında kalması beklenemez. Avrupa ordusu kurulması heveslerinden her defasında vazgeçmek zorunda kalan bu iki Avrupalı müttefikin ise, stratejik tercihlerini ya ABD ile uzlaşarak ya da bağımsız hareket ederek ortaya koyması gerekmektedir. Euro, Schengen gibi AB’nin diğer kamburlarını sırtlanmak konusunda mızmız ve bencilce davranan İngiltere’nin AB’nin ayrılma kararı almasıyla, aslında Almanya ve Fransa ikinci seçenek doğrultusunda yeni bir kapı açmış oldu. NATO çatısı altında Avrupa’nın hamisi rolünü oynayan ABD’nin misyonunu üstlenmek isteyen Almanya ve Fransa’nın, II. Dünya Harbi öncesinde Hitler’in silah gücü kullanarak gerçekleştirmeye çalıştığı ‘hayali’ne kademe kademe ilerlediğini söylemek mümkündür. Bu kapsamda Merkel Almanya’sının Avrupa Savunma Birliği’nin (European Defense Union) teşekkülü doğrultusundaki çabalarına Almanya Savunma Bakanlığı nezdinde başlatılan ikili askeri antlaşmalar örnek gösterilebilir.
Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti ise ABD ve Avrupa’ya karşıt blok olarak politik, ticari ve nüfuz bölgesi tesisi endeksli, ‘hegemonik’ saikli hamleler gerçekleştirmektedir. Rusya, bir yandan Akdeniz’e ayak izi bırakmak için Suriye’ye müdahil olurken Avrupa ve ABD’ye, Avrupa’nın doğu hudutlarında meydan okumakta, ayrıca Çin ile birlikte Kuzey Kore’ye arka çıkmaktadır. Daha önce Kuzey Kore’ye yönelik BM Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararlarına olumlu oy kullanan Rusya ve Çin Güney Kore ve ABD’nin tatbikatlarının durdurulması karşılığında füze denemelerinin sonlandırılması üzerinde anlaşırken G-20 Zirvesi’nden önce stratejik anlaşmaya vardıklarını aleni olarak ilan etmiştir. Diğer taraftan ABD’nin Türkiye’ye yönelik menfi politikasına karşın, Rusya’nın ticaretten, savunma sanayiine uzanan geniş yelpazede desteğini açıkça sunması küresel rekabetin seviyesini yansıtmaktadır. Bu iki ülkenin Ortadoğu-Balkan-Kafkasya arasında mihenk taşı olan Türkiye’ye yakınlaşma ve Şangay İşbirliği Örgütü bünyesine katma gibi girişimleri aslında ABD-Rusya rekabetinin bir nevi açığa vurulmuş yüzünü işaret ediyor. Ayrıca Rusya’nın son yıl içinde Balkan ülkelerinde izlediği aktif siyaset, Putin’in, ABD’nin anlayacağı lisanla ‘smart’ stratejisini ortaya koyuyor. Rusya’ya rağmen Avrupa’nın özellikle Türkiye’ye yönelik dışlamacı ve provokatif tavrı ise kendi kalesine gol atmak üzere olan pahalı defans oyuncusunu akla getiriyor. Çünkü hala Avrupa, Türkiye’nin ve Avrupa’da yaşayan Türklerin değerini anlamış değil.
Güvenlik kaygıları ve küresel hâkimiyet mücadelesi bağlamında bu gelişmeler yaşanırken; serbest ticaret, finans piyasalarının denetlenmesi, iklimin korunması, salgın hastalıklarla mücadele, terörizm, göç ve iltica, Afrika’nın sürdürülebilir kalkınması vb. hususlar, G-20 ajandasının minör mevzuları olarak ortaya çıkmıştır. Dünyanın acil çözüm bekleyen bu sorunları dururken, hegemon güçler halen anlamsız bir mahalle maçının derdine düşmüş durumda. Mevzubahis minör konular, güvenlik stratejilerine katkıları oranında tartışılmış, özellikle ABD başta olmak üzere küresel ekonominin yüzde 90’ını kontrolü altında tutan ve doğal olarak klasik realist anlayış doğrultusunda ‘ben’ merkezli çıkarlarını başarmak isteyen ülke liderlerinin “happy hour” anını görüntülere taşımıştır. Ve olağan seyrinde, dünya kamuoyu bu nevi zirvelere; ABD Başkanı Trump’ın ‘tweet’lerinin gölgesi altında ilk ağızdan tanıklık etmeye devam edecektir.
[Star Açık Görüş, 8 Temmuz 2017].