Doğu Kudüs’ün Şeyh Cerrah bölgesinde yaşayan Filistinli ailelerin tahliye edilmesi planı, Filistinlilerin –bir Ramazan geleneği olan– oruçlarını Eski Kudüs’ün Şam Kapısı’nın merdivenlerinde açmalarının engellenmesi ve Yahudilerin “Kudüs Günü” bahanesi ile Ramazan ayının son gününde yaptıkları provokasyonlar Kudüs’te bir kez daha İsrail polisinin ve askerinin ağır müdahalelerine yol açmış, bütün Filistin’e ve özellikle Batı Şeria’ya yönelmiş geniş çaplı İsrail saldırılarına dönüşmüştür.
Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana alışık olunan bu saldırılar –iddia edildiği gibi– İsrail’in kendini koruma ya da meşru müdafaa eylemi mi yoksa çok daha farklı bir planın fiili adımlarından bir yenisi mi? İsrail’in kuruluşuna giden süreç ve sonrasına dair çok genel bir hukuki değerlerime dahi iddia edilen ya da yaygınlaştırılmaya çalışılan “hukuki gerekçe”nin çok dışında ve ötesinde bir duruma işaret etmektedir.
- İsrail devletinin kuruluşunun hukuki bir temeli var mı?
Filistin bölgesindeki halkların daha sonra bağımsız bir devlet kurabilecekleri bir aşamaya gelinceye kadar yönetilmesini ve güçlendirilmesini öngören bu hukuki sistem, Siyonist örgütlerin çalışmaları ile yaygın bir şekilde istismar edilerek 1922-1939 döneminde özellikle Doğu Avrupa’dan Filistin’e ciddi bir Yahudi göçünün gerçekleşmesinin bir aracı olarak kullanılmıştır. MC Antlaşması’nın 22. maddesinin “Bu toplulukların talepleri vesayetin seçiminde esas unsur olacaktır” hükmüne rağmen vesayet yönetiminin kurulması ve ayrıca Yahudi göçüne izin verilmesi ise Filistin halkının görüşü dikkate alınmadan gerçekleştirilmiştir.
1920’lerde Filistin’in tamamında 100 bin civarında bulunan Yahudi nüfus sadece 1930’larda izin verilen Yahudi göçü ile 232 bin artarak 1939’da 445 binin üzerine çıkmış ve toplam Filistin nüfusunun yaklaşık yüzde 30’una ulaşmıştır. Bu anlamda Filistin nüfusu vesayet yönetimi boyunca ciddi oranda artmış, 1922’de 750 bin iken 1946’nın sonuna kadar yaklaşık yüzde 250 artarak 1.850.000’e yükselmiştir. Sonuçta vesayet yönetiminin başlangıcında 56 bin olan Yahudi nüfusu 1946’da 608 bine yükselmiş yani yüzde 750 artmıştır. Nitekim Filistin’in bu çarpıcı “Yahudileştirilmesi” süreci karşısında 1930’larda kaçınılmaz olarak Filistin Arap direnişi baş göstermiştir.
Lozan Antlaşması’ndan hemen sonra Eylül 1923’te Filistin vesayet yönetimini başlatan İngiltere yaklaşık yirmi beş yıl sonrasında, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde, devam eden ve daha da ağırlaşan kargaşa üzerine bölgeden çekilme niyetini açıklamıştır. Çalışmalarına Ocak 1946’da başlayan Anglo-Amerikan Soruşturma Komisyonu sonuç olarak bölgenin henüz bağımsız devlet kurulması için uygun şartlara sahip olmadığını ve bu nedenle BM vesayet yönetiminin devam etmesi gerektiğini belirtmiştir. Eylül 1946-Şubat 1947 arasında toplanan Londra Konferansı sonucunda bir Arap devleti ve onun vatandaşlığına sahip Yahudi topluluk önerisi karşısında İngiltere, Filistin bölgesinin geleceğinin belirlenmesi meselesini Şubat 1947’de Birleşmiş Milletler’e (BM) havale etmeye karar vermiştir.
BM çerçevesinde yürütülen birçok siyasi müzakere neticesinde “bölme planı” (partition plan) diye adlandırılan bir plan ön plana çıkarılmıştır. Aslında bu plan İngiltere’nin iki savaş arası dönemde söz konusu bölgede bir Yahudi ve bir de Arap devleti kurulması planının genel bir yansıması olmuştur. Ayrıca BM’de kimi büyük devletler bölgede kendi lehlerine bir güç odağı oluşturma, kimileri de ülkelerindeki Yahudileri gönderecekleri bir yer oluşturma maksadıyla bir Yahudi devletinin kurulmasını desteklemiştir. Kurulan iki alt komitenin çalışmalarında daha ziyade Filistin toprakları ve bazı şehirlerin hangi parçalarının hangi tarafa verileceği ve İngiliz vesayet yönetiminin ne zaman sona ereceği meselelerine odaklanılmıştır.
Yahudi örgütlerin ve Yahudi diasporasının da yoğun baskıları ile birleşen bütün bu faktörler neticesinde hazırlanan teklif, ad hoc komite olarak toplanan BM Genel Kurulu’nda yapılan oylamada 25 olumlu oya karşı 13 karşı oy ve 17 çekimser oy ile kabul edilmiştir. Genel Kurul’a sunulan ve Filistin’in bölünme planı olarak bilinen teklif üçte iki çoğunluk gereken Genel Kurul’da 29 Kasım 1947’de yapılan oylamada 33 olumlu oya karşı 13 karşı oy ve 10 çekimser oy ile 181 sayılı Karar olarak kabul edilmiştir. Karara karşı oy kullanan ülkeler Afganistan, Küba, Mısır, Yunanistan, Hindistan, İran, Irak, Lübnan, Pakistan, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye ve Yemen olmuştur. Arjantin, Şili, Çin, Kolombiya, El Salvador, Etiyopya, Honduras, Meksika, Birleşik Krallık (İngiltere) ve Yugoslavya ise çekimser oy kullanmıştır.
Bütün bu gelişmeler göstermektedir ki vesayet rejiminin başından itibaren aslında Filistin halkının bağımsız bir devlet kurmasını sağlama maksadı ile oluşturulmuş vesayet yönetimi, bölgede bir İsrail devletinin de kurulmasının fiili şartlarını hazırlayacak şekilde işletilmiş ve daha sonra BM vasıtasıyla bir Yahudi devletinin kurulmasının siyasi ve hukuki zemini oluşturulmaya çalışılmıştır.
- İsrail’in kuruluşuna zemin oluşturduğu söylenen BM Genel Kurulu kararının niteliği nedir?
Karar ayrıca iki devletin ekonomik olarak entegre olmasını, kutsal yerlerin ve dini binaların mevcut haklarının korunmasını, özellikle kutsal yerlere girişin engellenmemesini, dini karakterlerinin zarar görmemelerinin sağlanmasını, İngiliz vesayet yönetiminin 1 Ağustos 1948’e kadar sona ermesini ve İngiliz güçlerinin çekilmesini öngörmekteydi.
181 sayılı Karar kişilerin temel haklarına dair de önemli güvenceler içermekteydi. Din ve her türlü ibadet özgürlüğü, ırk, din, dil ve cinsiyet temelli her türlü ayrımcılığın yasak olduğu, kanun tarafından eşit korunma hakkı, aile hukuku ve kişilerin azınlık statüleri ve dini çıkarlarına saygı hakkı, Arap ve Yahudi azınlıklar için ilk ve orta eğitimin kendi ana dilleri ve kültürlerinde sağlanması hakkı, kendi okullarını yönetme hakkı, İsrail devletindeki Arapların şahsi mülkiyetlerine kamu yararı dışında el koyma yasağı, el koyma durumunda tazminat hakkı, serbest dolaşım hakkı, Kudüs’ün statüsünün her iki tarafın iç hukukunda anayasal güvenceye bağlanması, bağımsızlık ilanı öncesinde geçici hükümetlerin BM’ye bir bildiride bulunması yükümlülüğü ve bu bildirideki hükümlerin bu devletlerin temel hukuki prensipleri olarak kabul edileceği ve bu prensipler ile diğer yasalar arasındaki çatışmada bu prensiplerin üstün sayılacağı öngörülmüştür.
İngiliz vesayet yönetiminin 15 Mayıs 1948 günü sonra ereceği İngiltere tarafından ilan edilince 14 Mayıs 1948 günü İsrail devleti resmen ilan edilmiştir. Ancak bu ilan temelde hukuken sorgulanması gereken bir eylem niteliğine sahiptir.
BM Genel Kurulu kararları hukuken bağlayıcı niteliğe sahip değildir. Söz konusu 181 sayılı BM Genel Kurulu Kararı da uygulanması zorunlu yani yükümlülük doğuran ve dolayısıyla ilan edilen İsrail devletinin tanınması yükümlülüğü doğuran bir karar değildir. Nitekim Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 181 sayılı Karar’ı bağlayıcı bir karar haline getirmek istemiş ancak Aralık 1947’deki oturumda uzlaşma sağlanamamıştır.
İkinci olarak Karar, Arap ülkeleri ve Filistin halkınca kabul edilmemiş ve dolayısıyla soruna bir çözüm getirebilmiş bir karar da olamamıştır. Hem bağlayıcı olmayan hem de tarafların üzerinde uzlaştığı bir çözüm getiremeyen 181 sayılı Karar temelinde bir Yahudi devleti ilanı hukuki temelde yoksun bir işlem olmuştur. Nitekim Arap devletleri ve diğer birçok devlet, BM Genel Kurulu Kararı ile bağlı olmadıklarını ilan etmiş, hatta bölgede vesayet yönetimini yürütmüş olan İngiltere dahi Filistinlilerin ve Yahudilerin kabul etmediği bir kararın uygulanması için bölgedeki gücünü kullanmayacağını ifade etmiştir. Öyle ki kararın hemen sonrasında artan şiddet eylemleri nedeni ile İngiltere planlanan tarihten çok daha öncesinde bölgeden çekilmeye karar vermiş ve 15 Mayıs 1948’de vesayeti sona erdirmiştir. 181 sayılı Karar’ın kabulünü takip eden ilk üç ay içerisinde yaşanan çatışmalarda 869 kişi hayatını kaybederken 2 bine yakın kişi yaralanmıştır.
Yasal dayanaktan yoksun olarak kurulmuş İsrail devleti ancak daha sonraki yıllarda aşamalı bir şekilde gerçekleşen tanıma eylemleri sonucu yasal zemin kazanabilmiştir. Daha uzun vadede birçok Arap devleti ve daha sonra da 1993 Oslo Antlaşması ile Filistin yönetimi İsrail devletini tanımış, İsrail devletinin varlığının yasallığı birçok devlet açısından daha sonradan oluşabilmiştir.
- İsrail devletinin ilanından sonraki gelişmelerin hukuki niteliği nedir?
İsrail sınırları içerisinde yaşamaya devam etmesi gereken Arapların büyük kısmı göçe zorlanırken İsrail devleti ve Yahudi göçleri için daha fazla yer açma planı uygulamaya konulmuştur. Filistin halkı üzerinde uygulanan sistematik şiddet halkın komşu devletlere sığınmasına yol açmış ve sonuçta “büyük Filistin göçü” (exodus) yaşanmıştır. Bu dönemdeki şiddet olaylarından dolayı göç eden Filistinlilerin sayısı 1949 sonuna kadar 726 bin olarak tespit edilmiştir. Bu rakam o dönem Filistin Arap nüfusunun yarısına tekabül etmektedir. 1967 Arap-İsrail Savaşı ile de yaklaşık yarım milyon Filistinli yaşadıkları yerleri terk etmeye mecbur olmuş, yaklaşık 1,5 milyon Filistinli diğer ülkelerde sürgünde yaşar duruma gelmiş ve Filistin topraklarında yalnız 900 bin civarında Filistin nüfusu kalmıştır.
Öte yandan 181 sayılı Karar ile Yahudi devletine öngörülen topraklar aşamalı bir şekilde genişletilmiştir. İsrail’in kuruluşundan hemen sonraki hedefi ise İngiliz güçleri çekilerken boşalttıkları toprakların mümkün olduğunca büyük kısmını ele geçirmek olmuştur. 1949 ortasına kadar devam eden çatışmalar sunucunda imzalanan ateşkes ile beraber İsrail toprakları önemli oranda genişletilmiştir. Aralık 1948’de BM Genel Kurulu 194 (III) sayılı Karar’ı alarak yerinden olmuşların dönüşü ve işgal altındaki toprakların boşaltılması talebini iletmek durumunda kalmıştır. 11 Mayıs 1949’da İsrail BM’ye üye olarak kabul edilirken de kabul kararı, Tel Aviv yönetiminin BM’nin 181 ve 194 numaralı kararlarına uymasını talep etmiştir.
Daha sonraki yıllarda özellikle de 1967 Arap-İsrail Savaşı ile İsrail (Batı Şeria ve Gazze Şeridi hariç) Filistin topraklarının tamamını işgal etmiştir. O savaş esnasında şayet Batı Şeria Ürdün Arap Lejyonu’nun ve Gazze Şeridi de Mısır’ın kontrolünde olmasaydı belki de bütün Filistin toprakları İsrail işgaline girmiş olacaktı. Sonuçta bu bölgeler hariç olmak üzere İsrail, Siyonist hareketin 1919 Paris Barış Konferansı’nda “Yahudi ulusal ülkesi” olarak savunduğu toprakların tamamını fiilen ele geçirmiştir.
Sonraki yıllarda alınan BM kararları İsrail’den işgal ettiği topraklardan çekilmesini talep etmiştir. BMGK’nin 1967 Savaşı’ndan hemen sonra 22 Kasım 1967’de oy birliğiyle aldığı 237 sayılı Karar’ı “savaş yolu ile ülke kazanımı”nın kabul edilemez olduğunu ve “en son çatışmalarda İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi” gerektiğini ifade etmiştir. Söz konusu Karar, İsrail’in 1967’den önce işgal ettiği toprakları bir nevi “meşru” kabul ederken aslında 181 sayılı Karar’ın hukuken bağlayıcı olmadığını da zımnen kabul etmiştir.
Öte yandan İsrail devleti, kuruluşundan bu yana gerek 181 sayılı Karar’ı gerekse sonraki BM kararlarının öngördüğü temel insan haklarının korunmasına dair hükümleri de sistematik bir şekilde ihlal etmiş ve etmeye devam etmektedir. BM Genel Kurulu 10 Aralık 1969 tarihli ve 2535 B (XXIV) sayılı Karar’ında Filistin halkının haklarının resmen tanındığını ifade etmiş ve BMGK’den gerekli önlemleri almasını talep etmiştir. Genel Kurul 1970, 1971 ve 1972’de de benzeri kararlar almıştır. Genel Kurul 22 Kasım 1974 tarihli ve 3236 (XXIX) sayılı Karar’ıyla Filistin halkının haklarını ve Filistin yönetimini tanıdığını beyan etmiş ve Filistin yönetimini Genel Kurul toplantılarına katılmaya davet edilmiştir. Genel Kurul sonraki yıllarda Filistin halkının haklarını, özellikle de yurtlarına geri dönme haklarını tanıyan ve İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini talep eden birçok karar daha almıştır (Örneğin 2 Aralık 1977 tarihli ve 32/40 B sayılı Karar).
Gelinen noktada BM Genel Kurulu’nun da kararları ile defalarca ifade ettiği gibi İsrail işgalinin bizatihi kendisi başta yaşam hakkı olmak üzere temel insan haklarını ihlal etmekte, sürdürülebilir kalkınma ve uygun ekonomik ortamın oluşturulmasının önünde ciddi engel teşkil etmekte, sokağa çıkma yasakları, iş yeri kapatmaları ve kontrol noktaları Filistin halkının serbest dolaşım hakları, çalışma hakları, çocukların eğitim hakları ve sağlık hizmetlerinden yararlanma haklarını ihlal etmekte, ticari ve ekonomik hayatın felç olmasına yol açmakta, toprak, doğal kaynaklar ve su kaynaklarını kontrol altında tutarak Filistin halkının yaşam standartlarını ciddi oranda düşürmektedir.
Bütün bu ihlaller Filistin halkının sadece yaşam şartlarının değil bizatihi varlığının sistematik bir şekilde hedef alındığını açıkça göstermektedir. İsrail’in yalnızca 27 Aralık 2008-18 Ocak 2009 arasındaki kısa sürede Gazze Şeridi’ne yaptığı saldırılar bile tek başına bu gerçeği gösterebilir. İsrail’in operasyonlarında sivillerin yani savaş dışı kişilerin ayrım gözetmeksizin ölümüne ya da yaralanmasına yol açan türden savaş yöntemlerinin uygulandığı, Kızıl Haç Komitesinin belirttiği gibi saldırıların başladığı 27 Aralık’tan sadece bir gün sonrasına kadar 275 kişinin öldürüldüğü, operasyonların sonucunda 1.300’den fazla kişinin hayatını kaybettiği, 4 bin binanın yıkıldığı, 200 bin evin zarar gördüğü, 50 bin Gazzelinin evsiz kaldığı ve 400 bin civarında insanın temiz içme suyuna erişiminin imkansız hale getirildiği görülmüştür.
İsrail’in 2007’den bu yana Gazze Şeridi’ne uyguladığı abluka ve 2002’den başlayarak Batı Şeria’da inşa ettiği yüzlerce kilometre uzunluğundaki duvar, son kalan Filistin topraklarında yaşayan Filistinlilerin hayatını sistematik bir şekilde yaşanılmaz hale getirme yani bir nevi yok etme sürecinin fiili uygulaması gibi gözükmektedir. Kaldı ki söz konusu duvarın mevcudiyetinin Filistin halkının birçok temel hakkının ihlal edilmesine yol açtığı Uluslararası Adalet Divanı (UAD) tarafından 9 Temmuz 2004’te verilen hukuki mütalaada da açıkça ifade edilmiştir.
- İsrail’in “kendini savunma hakkı”nın hukuki esası mevcut mu?
Devletlerden oluşan uluslararası toplumun hukuku devletler arası münasebetlerde silahlı güç kullanılmasını hatta silahlı güç kullanma tehdidinde bulunulmasını, İsrail dahil bütün devletlerin taraf olduğu bağlayıcı BM Antlaşması vasıtası ile açıkça yasaklamaktadır. BM Antlaşması bu yasağa bir istisna teşkil eden meşru müdafaa hakkını ise oldukça sıkı bir şekilde tanımlanmış ve şartlara bağlamıştır. Bu hak bir devletin yasa dışı bir “silahlı bir saldırı”ya hedef olması halinde tek başına ya da başka devletlerle birlikte başvurabileceği bir “meşru savunma hakkı”na sahip olduğu anlamına gelecek şekilde tanımlanmıştır.
İsrail’in Filistin toprakları üzerindeki kuruluşunun hukuken sorunlu olduğu yukarıda belirtilmişti. Günümüzde İsrail’in 181 sayılı Karar ile kendisine öngörülen topraklar üzerinde ya da en iyi ihtimalle BMGK’nin 237 (1967) sayılı Karar’ında belirtilen 1967 öncesi kontrol ettiği topraklardaki mevcudiyeti meşru kabul edilse dahi İsrail, Filistin topraklarının büyük bir kısmını yasa dışı işgal altında tutmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu durum birçok BM kararı ile de sıklıkla teyit edilmiş ve edilmektedir.
Tam da bu temel sebebe binaen İsrail’in işgal altında tuttuğu toprakları ya da burada yaşayanları “savunma” iddiası meşru müdafaa hakkına dayandırılamaz. Öncelikle Filistinlilerin kendi topraklarını kurtarmaya dönük eylemleri “yasa dışı silahlı saldırı” olarak nitelendirilemez. Hatta İsrail’in, Filistin’in elinde kalmış iki bölgeden birisi olan Gazze Şeridi’nde 2007’den bu yanan abluka ile Gazze Şeridi’ni ve Batı Şeria’da inşa ettiği yüzlerce kilometre uzunluğunda duvar ile Batı Şeria’yı da işgal altında tuttuğu söylenebilir. Sonuçta İsrail’in işgal altında tuttuğu toprakları herhangi bir ülkeye özellikle de Filistin’e yani söz konusu toprakların asıl sahiplerine karşı meşru müdafaa hakkı bağlamında savunduğu iddiası hukuken geçerli kabul olabilecek bir iddia değildir.
İsrail’in gerçekleştirdiği eylemler meşru müdafaa hakkının esas unsurlarından birisi olan “orantılılık” kriterine de açıkça aykırı niteliklere sahiptir. Filistinlilerin eylemlerini “sivillere saldırı” olarak niteleyen İsrail’in gerçekleştirdiği askeri operasyonların neredeyse tamamı sivillere ve sivil yerleşim yerlerine yöneltilmektedir. En son yaşanmakta olan saldırılar da bu durumu açıkça teyit etmektedir. Yaklaşık bir haftadır devam eden saldırılarda aralarında onlarca çocuğun da bulunduğu 200’e yakın sivil hayatını kaybetmiştir. Herhangi bir operasyonda sivillerin ölmesinin meşru müdafaa hakkı ile gerekçelendirilmesi hukuken mümkün değildir.
Genel olarak İsrail’in işgal ve kontrol altında tuttuğu yerlerde temel insan halklarını yaygın ve sistematik bir şekilde ihlal etmeye devam etmektedir. BM Genel Kurulu’nun başvurusu üzerine UAD’nin İsrail’in Batı Şeria’da inşa ettiği duvar konusunda 9 Temmuz 2004’te verdiği danışma görüşünde duvarın hukuka aykırı olmasının temel gerekçelerini temel insan haklarını ihlal etmesine dayandırmıştır. Bu kararın önemli bir yanı İsrail’in “savunma duvarı” gerekçesini makul görmeyip söz konusu duvarın İsrail’i korumasının çok ötesinde ağır insan haklarına yol açan bir konum ve niteliğe sahip olduğuna hükmetmesidir.
İsrail’in bir bütün olarak güvenlik odaklı olduğunu iddia ettiği eylemleri kendisini meşru temelde savunması gerekçesinden ziyade esasen Filistin halkının daha fazla sindirilmesi, sıkıştırılması ve sonuçta “Filistinsizleştirilmiş” bir Filistin bölgesi oluşturulması amacına odaklanmış gözükmektedir. Bu bağlamda “meşru savunma” gerekçesi İsrail’in kullanabileceği hukuki bir gerekçe olmanın çok uzağında durmaktadır.
- İsrail’in hukuk ihlallerine karşı neler yapılabilir?
BM kararları ile hukuk dışılığı başından beri tescil edilmiş söz konusu eylemlerin durdurulması neden mümkün olamamıştır? Hatta temel hakların sistematik ihlali de dahil bu hukuk dışı eylemlerin büyük bir hızla devam ediyor olması neden durdurulamamaktadır?
Yukarıda özetlendiği gibi hukuk dışı eylemlerin durdurulması için çok sayıda BM Genel Kurulu ve BMGK kararı alınmış, hatta meselenin küçük de olsa bir kısmı yani İsrail’in 2002’de Batı Şeria’da inşa etmeye başladığı duvarın hukuki olup olmadığı uluslararası yargıya da götürülmüş ve söz konusu duvarın birçok açıdan hukuka aykırı olduğu da tespit edilmiştir. Öte yandan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Statüsü’ne 1 Nisan 2015’de resmen taraf olan Filistin devletinin talebi üzerine UCM 5 Şubat 2021’de “UCM’nin ülkesel yargı yetkisinin Filistin’in 1967’den bu yana işgal altında tutulan topraklarını da yani Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kapsadığını” kararlaştırmıştır. Mahkeme en azından 1 Nisan 2015’ten bu yana Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te İsrail tarafından işlenen suçların soruşturulacağını ve yargılama konusu yapılacağını diğer yandan da 1967’de İsrail tarafından işgal edilen toprakların Filistin toprakları olduğunu tescil etmiş olmaktadır.
İsrail’in temel insan hakları ihlallerini durdurması, işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi ve Filistin halkının evlerine geri dönmesine dair alınan bütün bu kararların uygulanması bundan sonra nasıl mümkün olabilir? Ayrıca İsrail’in işlediği suçları soruşturmaya başlayan UCM’nin, yargılamaları yürütebilmesi için gerekli olan şüpheli İsraillilerin mahkeme önüne çıkarılması ve sonrasında verilebilecek mahkumiyet kararlarının uygulanabilmesi nasıl mümkün olabilecektir?
Söz konusu kararların uygulanamamasının temel sebebi bu kararları doğrudan uygulayacak bir uluslararası otorite ya da gücün oluşturulamamış olmasıdır. BMGK’nin bu kararların uygulanması için yaptırım uygulama kararı alma ya da uluslararası güç oluşturma yetkisi esas olarak özellikle ABD’nin karşı duruşu nedeniyle kullanılamamaktadır. Bugün itibarıyla da aynı temel engelin varlığı sürmekte ve Amerikan yönetimi halen İsrail’in “meşru müdafaa hakkı”ndan bahsetmeye devam etmektedir.
Bu aşamadan sonra ne gibi uluslararası tedbirlerin alınabileceğine dair hukuki-kuramsal seçenekler BMGK’den çıkacak bir karar ile sınırlı değildir. Hukuk düzeninin korunması ve özellikle Filistin halkı ve Filistin devletinin meşru müdafaa hakkını kullanması için devletlerin bizatihi kendilerinin harekete geçmesi uluslararası hukukun sunduğu bir başka seçenektir. Bu bağlamda hukukun gereğini yerine getirebilecek bir gücün oluşturulup bugüne kadar uygulanmamış hukuk kurallarının gereğinin zorla da olsa uygulatılması seçeneği de meşru bir seçenektir. UCM’nin yargılamaları yapabilmesi için şüpheli İsraillilerin mahkeme önüne çıkarılması ve alabilecekleri mahkumiyet kararlarının uygulanabilmesi için de kolektif bir tavır gerekmektedir.
İsrail’e karşı uluslararası toplumun en azından büyük bir kısmının beraber hareket etmesi durumunda kısa vadede İsrail’in devam eden saldırılarının durulması, uzun vadede de İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarından çekilmesi ve Filistinlilerin kendi topraklarına dönerek bir barış ve hukuk düzeni içerisinde yaşamaları mümkün olabilir.
Ancak Batılı devletlerin, özellikle ABD’nin İsrail’e verdiği neredeyse koşulsuz ve dolayısıyla hukuka aykırı askeri ve siyasi destek devam ettikçe bu hukuki seçeneğin de fiilen uygulanması mümkün olamayabilir. Bu seçeneğin dahi zamana ve şartlara bağlı olduğunu ifade etmek gerekir. Sonuçta Filistin bölgesinde uluslararası hukuku uygulama görevi güçlü ve medeni devletler üzerindeki hukuki bir sorumluluk olarak durmaktadır.