Kriz döneminde de dünya politikasındaki güç mücadelesi hız kesmeden devam ediyor. Dünyanın, çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine yol açan ciddi bir salgınla mücadele etmek zorunda olması güç mücadelelerinin sonunu getirmiyor maalesef.
Hani bazı bilim-kurgu filmlerinde bir sahne olur. Çok yüksek bir uçurumdan aşağı düşmekte olan rakipler, düşerken bile birbirleriyle savaşmayı sürdürürler.
İşte korona salgını döneminde de birçok ülkenin yaptığı bu.
Bir yandan içeride salgınla mücadele ediyorlar, bir yandan da salgın sonrası dönemin uluslararası siyasal sisteminde iyi bir pozisyon kapma telaşı içerisindeler.
Kriz döneminde rakiplerinin ne kadar yıpranmasını sağlayabilirlerse, sonrasına o kadar avantajlı gireceklerini düşünüyorlar.
Uluslararası ilişkilerin yapısı böyle maalesef. Dünya tarihi, küresel ölçekte iş birliği değil güç politikasının asıl olduğunu gösteriyor.
Güç mücadelesinin her zaman en etkili araçlarından biri ise propaganda olmuştur.
Her zaman devletler, rakiplerine dair yanlış bilgiler üreterek hem kendi halklarının hem de hedef ülkelerin halklarının algılarını istedikleri yönde şekillendirmeye çalışırlar.
Bunun için büyük bütçeler ayırırlar.
Medya üzerinden yapılan manipülasyonlar bu politikanın en önemli aracıdır. Bu yüzden uluslararası medyaya hâkim olmak çok büyük avantaj olarak görülür. Başka ülkelerin dilinde yayın yapan medya kuruluşlarına sahip olmak da bu işin önemli bir parçasıdır.
Eğer uluslararası medyayı yönlendirebilecek güce sahipseniz, korona krizini yönetme konusundaki başarısızlığınızı örtme konusunda önemli bir aracınız var demektir.
Medya üzerindeki bu gücünüzü kullanarak, salgınla mücadele konusunda başarılı olmuş ülkelerin aslında ölü sayılarını gizlediğine dair algı oluşturabilirsiniz. Yine aynı şekilde, içeride sizin başarısız politikalarınız yüzünden on binlerce kişinin hayatını kaybetmesinin nedeninin sorgulanmasını önlemek için, salgının başladığı ülkeyle hesaplaşma politikasını asıl gündem hâline getirebilirsiniz.
Amerikan ve Avrupa medyasında, salgında Çin’in sorumluluğuna giderek daha fazla vurgu yapan ve tazminat ödeme meselesini gündeme getiren yayınları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Kendi ülkelerinde, salgınla mücadele konusunda yaşanan skandal boyutlarındaki başarısızlığı örtmek için dikkatleri başka ülkelere çekmeleri gerekiyordu.
Kuşkusuz bu başarısızlığın ardından bir iç hesaplaşma da gündeme gelecektir ama Batı’nın uluslararası siyasal sistemdeki liderliğini kaybetmesi riski artınca bu iç hesaplaşmanın ertelendiği görülüyor. Trump ile birlikte Demokratların muhtemel adayı Biden’ın da Çin’i hedef alan açıklamalarda bulunması bunu gösteriyor. Trump’ın, Çin’in salgındaki sorumluluğunu seçim kampanyasının bir parçası yapması ve bu çerçevede hem Çin’e hem de bu konuda yumuşak bulduğu Biden’a yüklenmesi de Demokrat Partili aday adayını harekete geçirmiş görünüyor.
Buna karşılık, uluslararası medyada giderek ağırlığını artırmaya başlayan Çin’in de, salgının yayılmasındaki hatalarını örtmek ve krizle mücadelede güvenilir bir partner olduğunu göstermek için yoğun bir propaganda çabası içerisinde olduğu görülüyor.
Mart ortasında İtalya’da yapılan bir kamuoyu araştırması, İtalyanların yüzde 52’sinin Çin’i yüzde 32’sinin de Rusya’yı “dost” olarak gördüğünü, buna karşılık ABD’yi “dost” olarak görenlerin oranının sadece yüzde 17 olduğunu ortaya koydu.(*)
Aynı araştırmada İtalyan halkının yüzde 45’inin “düşman” olarak gördüğü Almanya’nın ise, Türkiye’ye yönelik yıkıcı propaganda çalışmalarında başarılı olsa da, Çin ve Rusya karşısında bu açıdan oldukça geri kaldığı görülüyor.
.....
(*) “Die Verdächtigungskampagne”, German Foreign Policy, 21 Nisan 2020.
[Türkiye, 25 Nisan 2020]