Dün itibarıyla kimyasal silah kullanıldığına dair daha somut kanıtların ortaya çıkması üzerine Gezi Parkı ve sonrasında Mısır’daki gelişmeler üzerine kamuoyu tarafından ihmal edilmeye başlanan Suriye’deki trajedi yeniden gündeme geldi.
Bundan seneler önce meydana gelen Halepçe katliamından sonra ilk kez bir rejim kendi halkına bu denli büyük çapta kimyasal silah ile saldırdı. Saldırıda uluslararası toplumun oldukça hassas olduğu kitle imha silahlarının kullanılmış olması aynı zamanda dikkatleri bu konuda özellikle Batılı devletlerin vereceği tepkilere çevirdi. Ayrıca bu saldırının Başkan Obama’nın Suriye’de kimyasal silah kullanımını kırmızı çizgi olarak ilan ettiği 20 Ağustos 2012 tarihinin birinci yıldönümüne rastlaması bu konuda özellikle Amerikan yönetiminin alacağı pozisyonunun daha fazla tartışılmasına yol açtı. Ancak bu konuda beklentiler hiç de iyimser değil.
ABD’nin son yıllarda özellikle Ortadoğu özelinde izlemeye çalıştığı dış politika ve ulusal güvenlik siyasetleri bir yandan ABD’nin uluslararası meşruiyetini zedelerken öte yandan da küresel sistemdeki oluşması yıllar süren uluslararası normların giderek delik deşik edilmesine sebep oluyor. Amerikalı birçok dış politika yapıcının oluşturulmasında ABD’nin oynadığı rol sebebiyle büyük gurur duydukları bu normlar yine Amerikan yönetiminin ısrarla sürdürdüğü eylemsizlik politikaları ile otoriter devletler tarafından rahatlıkla göz ardı edilebilecek basmakalıp prensiplere ve uluslararası sistemin barış, huzur ve istikrarı için dilenmiş “temenni”lere dönüşüyor. Özellikle Suriye’de ve Mısır’da yaşanan katliamlar sonrasında yapılan trajikomik itidal çağrıları ve ifade edilen “teessüfler” başta sivil halka kimyasal silah kullanımının yasaklanması ve toplumların otoriter yönetimlerin uyguladığı katliamlardan korunmasına yönelik geliştirilen normların operasyonel hale gelebildiği tek metot olarak öne çıkıyor. Başkan Obama’nın Suriye’deki çatışmalarda kitle imha silahları kullanılması konusunda bundan bir sene önce koyduğu kırmızı çizgi bundan aylar önce aşıldı aslında. Amerikan yönetimi önce yeterince kanıt bulunmadığını, daha sonra ise kimyasal silahın devlet tarafından sistematik bir biçimde mi kullanıldığını yoksa rejime yakın militanlar tarafından devlet kontrolü dışında mı kullanıldığını anlamaya çalıştıklarını söyleyerek elden geldiğince zaman kazanmaya çalıştı. Bundan aylar sonra Suriye’deki rejimin kimyasal silah kullandığına ikna olan ABD yönetimi, muhalifleri bazı hafif silahlarla desteklemenin ötesinde bir reaksiyon göstermedi. Bu sırada Amerikan yönetiminin Suriye’ye karşı herhangi bir müdahalede bulunmama kararını açıklamak için ortaya koyduğu tüm kaygı ve mazeretler (radikal grupların güçlenmesi, olayın kontrolü zor bir iç savaşa dönüşmesi) bir bir gerçekleşti. Bush dönemindeki tek taraflı dış politika mekanizmasının antidotu olarak kendini ortaya koyan çok taraflı Obama dış politikası Suriye’deki kimyasal silahlar konusuna iç politikada müdahalenin maliyetinin fazla getirisinin ise az olması sebebiyle ilgi göstermedi. Kimyasal silahların kullanılmaması normunun hangi şekilde harekete geçeceği sorusunun cevabı olarak Amerikan istihbaratından bazı isimlerin “kelle sayısı” yaklaşımını sürdürmesi bu durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale soktu. Çıkacak sonuç belli olmasına rağmen BM Güvenlik Konseyi’nin acil olarak toplantıya çağrılması artık iyiden iyiye bir tribünlük hareket haline gelmişken kodifiye edilmiş bir normun bu kadar göz ardı edilmeye başlaması uluslararası hukukun geleceği için de endişe yaratmaya başladı. Bunların sonucu olarak lastiğe dönen kırmızı çizgiden geriye kimyasal silah kullanan otoriter rejimlerin öldürdüğü insanların yanına kâr kaldığı örselenmiş bir uluslararası norm kaldı. Esed yönetimi Amerika’nın bu yaklaşımını da göz önünde bulundurarak birçok kentte “seyreltilmiş sarin” gazını biber gazı gibi kalabalık kontrolü için kullanılan maddelerle birlikte kullanarak bir yandan kimyasal silahın tespitini zorlaştırırken öte yandan da kimyasal silah stokunu daha uzun bir süre mücadele için tutumlu kullanmaya çalışmaya başladı. Normu ayaklar altına alanlara müdahale şöyle dursun caydırıcı bir strateji veya söylem dahi kullanmayan Amerika bundan sonrası için otoriter rejimlerin kimyasal silah kullanımının normalleşmeye başlayabileceği bir dönemin de temellerini atmış oldu.
Son iki sene içerisinde Responsibility to Protect (Koruma Mesuliyeti-R2P) olarak bilinen ve Soğuk Savaş sonrası dünya politikasının ve uluslararası örgütlerin en önemli normatif icatlarından biri olarak lanse edilen ve ayrıca ABD’nin şimdiki BM Daimi Temsilcisi’nin kariyerinin önemli bir parçası haline gelen insani müdahale normu da yavaş yavaş etkisini ve anlamını yitirmeye başladı. Bu durum insanî konularda 1990’larda Bosna ve Ruvanda’da ders aldığını öne sürerek “bir daha asla” sloganına yeniden hayat vermeye çalışan Batılı devletler ve uluslararası örgütlerin bu pozisyonu terk ederek yeniden başka devletlerin iç işlerine karışmama prensibine sarılmaya başladığını gösteriyor. Sosyal medyanın sürekli katliamların boyutlarını dünyaya yaydığı ve her katliamdan az çok haberdar olduğumuz bir ortamda olayları kınamak, yaşananları kabul edilemez olarak adlandırmak ve sonrasında medyaya sızdırılan görüşme notlarıyla aslında ‘ABD elinden geleni yaptı’ imajı oluşturmaya çalışmak bu normu güçsüzleştirirken birçok otoriter rejime de kendi halklarına güç kullanımı konusunda cesaret vermeye başladı. Yaşanan her katliam başka bir kanlı bastırmanın yolunu yaparken artık Batı dünyasının çifte standardı değil, insan hakları konusunda herhangi bir standardı kalmadığı fazlasıyla konuşulur oldu. Bush yönetiminin Condolezza Rice aracılığıyla demokrasi, özgürlükler ve insan hakları mesajı verdiği ve Obama’nın bizzat ziyaret ederek “tarihî” bir konuşma yaptığı Kahire şehrinde yaşanan katliam artık içi iyice boşaltılan “kınama” tepkisi alırken ve iyice etkisizleştirilen R2P normu siyasi tartışmalarda gündeme dahi girmedi.
Bundan sonraki dönemde ABD, bölgeye yönelik politikalarını şekillendirirken oluşmasına önayak olmaya çalıştığı bu normları yeniden dikkate alacağa pek benzemiyor. Özellikle sürekli insansız hava aracı kullanarak terörle mücadele edilmesi ve Guantanamo gibi uluslararası hukuku bypass eden uygulamaların yarattığı olumsuz örneklerin dışında otoriter ülkelerin uluslararası normları etkisizleştirmesine seyirci kalan bir Amerika bu düzlemde oluşacak kaotik bir uluslararası sistemin de en büyük müsebbibi ve belki de mağduru olacak.
[Zaman, 23 Ağustos 2013]