Akademisyenliğin kitaptaki tanımı, siyasi ve sosyoekonomik hayattaki güncel gelişmelere olabildiğince bir “bitaraf müşahit” yani tarafsız gözlemci edasıyla yaklaşıp bilimsel temelli, derinlikli tespitler yapma eylemi. Üniversitenin korunaklı fildişi kulesine çekilip tamamen toplumsal dinamizmden kopmak değil ama hararetli tartışmaların ve kutuplaştırıcı söylemlerin anaforuna kapılmadan sağduyu ve sükûnet içinde uzun vadeli değişimleri anlamlandırabilmek. Hem küresel dünyayı hem de kendi toplumlarını etkileyen dip dalgaları takip edebildikleri ölçüde akademisyenler birer entelektüel ve aydın olarak değerli.
Gündelik siyaset köklü sorunlarla boğuşurken sıkışıp inovatif bir çıkış aradığında; borsa/döviz sarmalına takılıp kalan ekonomi yönetimi paradigma dönüşümü arzuladığında ya da bilim-teknoloji, eğitim politikaları küresel eğilimler ışığında yeniden yapılandırılmak istendiğinde profesyonel birikimleri ile taze bir nefes üfleyebilen akademisyenler... Ancak bunları yaparken kurumlarının ve şahısların saygınlığını gözeten, uzmanlık ve unvanlarını araçsallaştırmayan, netameli politik tartışmalara bir grup asabiyesi ile topluca taraf olmayan ve insan hayatının söz konusu olduğu kritik konularda hakikati çarpıtıp bir tür entelektüel vesayet oluşturmaya çalışmayan akademisyenler…
Artçı sarsıntıları sürmekte olan “bildiri krizi” vesilesi ile Türkiye’de akademyanın kronik zihniyet ve ahlak problemlerini masaya yatırmak faydalı olabilir. Ülkemizde üniversitelerin ve akademisyenliğin tarihsel gelişimi, bilimsel ve derinlikli analiz kabiliyetinden ziyade siyasi iktidarla kurulan yakınlık ya da karşıtlık ilişkileri üzerinden toplumsal aktör olma sevdasıyla malul. Tek parti döneminden bu yana otoriter modernleşmenin başlıca taşıyıcılarından biri olan ve merkeziyetçi, ideolojik yapısını koruyan akademya, 2000’li yıllarda filizlenen yeni Türkiye’nin çoğulculuğu ile henüz halleşebilmiş değil. Elitist ve Jakoben bir meslektaş kültürü ile mensuplarını kapalı devre sosyalleştirip meşruiyetini kabul etmediği siyasi aktörlere karşı kültürel ve entelektüel hegemonyayı koruma savaşı verme kararlılığında. Bu anlamda yargı kurumları ile birlikte üniversitelerin Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı zihniyet dönüşümünü, demokratik çoğulculuğu, kalkınma odaklı sessiz devrimi en fazla ıskalayıp anakronik manzara veren kurumsal alanlar olduğu herkesin malumu. Toplamda 150 bin kişiyi kapsayan akademik toplum içinde birkaç bin kişinin hassas siyasi ve toplumsal sorunlar hakkında çarpıtılmış bir bildiri siyaseti ile var olan gerginlikleri körükleyip aktör olma girişiminde bulunması önemsenmeyebilir belki. Ama ülkenin Boğaziçi, ODTÜ, Ankara Siyasal gibi köklü eğitim kurumları başta olmak üzere önde gelen üniversitelerinde görevli akademisyenlerin uzmanlık alanlarında derinleşip memlekete katma değer sağlamak yerine, muhayyel “rejim sorunları”na odaklı propagandistlere dönüşmesi hem bir akademik verimlilik hem de ahlak sorunu.
İdeolojik keskinlik ve grup asabiyeleri ile gerilen bir akademik ortamda acilen ihtiyaç duyduğumuz bilim, sanayi, teknoloji politikaları ile ilgili özgün reform önerileri ortaya çıkabilir mi? Böyle bir ortam, dünyadaki üst düzey akademisyenlerin katılımı ile zenginleşecek verimli bir ekosisteme dönüşebilir mi? Siyaseten kullanışlı partizanlık ve militanlaşmanın zehirlediği entelektüel zeminde Kürt meselesi gibi canımızı acıtan hassas sosyal sorunlara serinkanlı çözüm teklifleri üretilebilir mi?
Takdir sizin…
[Bugün, 20 Ocak 2016]