Yaşadığımız günleri diplomasinin çöktüğü ve hemen hemen tüm devletlerin dış politikada çıkmazlara girdiği İkinci Dünya Savaşı günlerine benzetirim. Diplomasinin tıkandığı ve saldırgan aktörlere yol açıldığı bir zamanda sarsıntıları yıllar sürecek ve tüm dünya siyasetini şekillendirecek ölçekte bir savaşın patlak vermesi kaçınılmaz olmuştu. İngiltere’nin 1930’ların başında Nazi Almanya’sına karşı izlemiş olduğu ‘yatıştırma politikası’ biraz imkansızlıklardan, biraz iç kamuoyunun savaş karşıtlığından biraz da yanlış stratejiden ibaretti. Bir taraftan Birinci Dünya Savaşı yorgunu devletler yeni bir maliyetin altına girmek istemezken, kamuoyları ise ‘ne pahasına olursa olsun barış’ mantığıyla çatışmadan kaçılmasını istiyorlardı. Diğer taraftan ise Nazi Almanya’sının yayılmacı saldırganlığını Doğu’ya kanalize edeceğini düşünen Batılı devletler, çatışmaları birkaç sene kendi ülkelerinden uzak tutmayı başardılar; ama savaş kapıya dayandığında karşılaştıkları, yatıştırma politikasının cesaretlendirdiği ve güçlendirdiği Nazi Almanya’sı ve İkinci Dünya Savaşı’nın tahribatı izlenen politikanın ne kadar yanlış olduğunu acı bir şekilde tarih kitaplarına geçirdi.
2015 senesi, önceki birkaç senenin bakiyesi ile tam da İkinci Dünya Savaşı’na doğru giden yanlış politikaların ve diplomatik hesaplamaların yapıldığı günleri hatırlatan bir seneydi. ABD’nin başını çektiği Batılı ülkelerdeki kamuoyları, pasifizmin çatışmayı kendilerinden uzak tutacağı hüsnükuruntusundan hareketle Ortadoğu ve Kafkasya’daki tehlikeli tırmanışa ve Rusya ve İran gibi iki yayılmacı ülkenin göz göre göre ve şiddet kullanımıyla nüfuz genişletmesine ilgisiz tavırlarını sürdürdü. Daha dört beş sene öncesinde ‘mevcut olmayan’ kitle imha silahları üzerinden Ortadoğu’yu ateşe veren ve bütün fay hatlarını harekete geçiren ABD, İngiltere gibi ülkeler ise kabak gibi ortada duran İran ve Rus işgaline, toplu katliamlarına, savaş suçlarına ve etkileri on yıllar boyunca devam edecek mülteci dalgalarına rağmen yine bu iki saldırgan ülkeye karşı ‘yatıştırma politikası’ izlemeyi tercih ettiler.
ABD’nin Irak ve Afganistan faciası ile birlikte Libya’da büyükelçisinin uğradığı suikastın yarattığı travma bu politikanın tercihe edilmesinde etkili oldu. Kâğıt üzerinde güzel görünen ve ancak dünya güzellik kraliçelerinin vaat konuşmaları gerçekçiliğinde olan ‘savaşa hayır’ sloganıyla devletler üzerinde kamuoyu bakısı oluşturuldu. Bu slogan halihazırda savaş olmasaydı belki bir anlam taşıyabilirdi. Fakat savaşın tüm çirkinliğiyle devam ettiği, yüz binlerin hayatını kaybettiği bir zamanda atılan bu slogan ‘siyasi doğruculuk’ ve ‘demagoji’den başka bir anlam taşımıyordu. Diğer bir ifadeyle savaşa karşı olmakla, savaşı bitirmek için tüm imkânlarını kullanmak arasında kalın bir çizgi vardı. Kaldı ki savaşı bitirmek için seçilebilecek tek yol da savaş değildi. Çünkü sessizlikti, ilgisizlikti, saldırganı Mesianik bir güçle saldırganlığından vazgeçirebileceğini düşünen aktörlerin yanlış ve sorumsuz politikalarıydı, savaşı bitirmeyen ve saldırganı cesaretlendiren, kuvvetlendiren.
Bir DAİŞ belası türetildi ve Ortadoğu insanının üstüne zebani gibi salındı. Öyle bir noktaya geldik ki SSCB’ye karşı Nazi Almanya’sını kullanacağını düşünen bazı Batılı aktörler, şimdi de DAİŞ’e karşı Rusya’yı, İran’ı, Esed’i kullanabileceği zehabına kapıldı. Nazi Almanyası SSCB’yi gösterip Nazi yayılmacılığına razı ederken; Rusya, İran ve Esed ittifakı ilişki içerisinde oldukları DAİŞ’i gösterip kendi zulümlerine, işgallerine ve savaş suçlarına bir kez daha acı bir şekilde yanılmak için tüm imkânlarını seferber edinen Batı’yı razı etti.
2015’ten 2016’ya saldırgan bir Rusya-İran-Esed ittifakı, tarihi tekerrür ettirmek için üç maymunu oynayan bir Batı ve depreme hazır fay hatları miras kaldı.
[Akşam, 4 Ocak 2016]