SETA > Atölye |

Suriye Krizi ve Türkiye'nin Kimlik Meselesi

Yeni Türkiye kimliğinin oluşturulmasında Kürtlüğün Türklük kadar, Aleviliğin Sünnilik kadar kendisine yer bulması gerekir.

18 Temmuz’da Şam’da patlayan bomba sonrası Esad rejimi güçlerini büyük şehirlerde topladı.  Bunun sonucunda ülkenin kuzeyinde ortaya çıkan boşluğun Kürt partileri tarafından doldurulması, Türkiye siyasetinde ve medyasında bir alarm havası yarattı.  Suriye’deki Kürtlerin siyasal statü talepleri, Türkiye’de bir iç mesele olarak algılanıp ulusal güvenlik parantezi içerisinde değerlendirildi. Türkiye`nin komşularının siyasal sistemleri ile haritalarında değişikliklerin yaşanması, aslında yeni bir şey değil. Son 20 yılda hem Balkanlar hem de Ortadoğu`nun jeopolitiği önemli değişiklikler yaşadı. Fakat Cumhuriyet`in topluma dayattığı Türk, Sünni-Hanefi Müslüman ve seküler bileşenlerden oluşan kimlik anlayışının bir yansıması olarak, Türkiye`nin batı komşuları ile güney ve doğu komşularında yaşanan bu sınır ve siyasal yapılarındaki değişikliklere verdiği tepkiler, tamamen farklı niteliklere sahiptir. 

BALKANLARDAN ORTADOĞU'YA

1990’lı yıllar ile 2000`lerin başları, Balkanlar için parçalanma ve bölünme yıllarıydı. Birbiri ardına yaşanan iç savaşlar ve akabinde gelen bölünmeler, Balkanların jeopolitiğini önemli ölçüde değiştirdi. Bu yaşananları Türkiye, ulusal güvenlik sendromu bağlamında değil de, durdurulması gereken bir insani trajedi olarak değerlendirdi. Bosna`nın ve Kosova`nın daha önce bileşenleri oldukları devletlerden kopup bağımsız birer devlet haline gelmeleri, ne devlet ne de kamuoyu bazında, hiçbir zaman, geçilmemesi gereken bir kırmızıçizgi çerçevesinde ele alındı. Bu yeni kurulan devletlerde yaşayan halklar, Türkiye’de yaşayan milyonlarca vatandaşın soydaşıydılar. Ve üstelik bu soydaşların sahip oldukları kimlikler, Kemalist ulus inşa sürecinin yaratmaya çalıştığı makbul vatandaş prototipi ile de çok uyumluydu. Sünni- Müslüman fakat seküler bir sosyal ve siyasal hayatı kucaklamaya hazır, etnik olarak farklı kökenlerden gelseler de asimile olmaya meyyal görüldüler. Dolayısıyla da 1990`lı ve 2000`li yılların çalkantılarının doğurduğu bu devletler, hem devlet hem de kamuoyu tarafından doğal müttefik olarak görülüp desteklendiler.

Buna karşın, Türkiye`nin doğu ve güney sınırında yaşanan her çatışma ve kargaşa ve bunun sebebiyet verdiği her siyasal yeniden düzenlenme, Türkiye`de ulusal güvenlik sendromunu had safhaya çıkardı. İran Devrimi, Körfez savaşları ve bunların doğurduğu siyasal sistemler ve son olarak bugün Suriye`deki Kürtlerin siyasal statü elde etme ihtimali, medyanın önemli bir kesimi tarafından ulusal güvenlik paradigması doğrultusunda ele alındı. İran Devrimi `İslam` tehlikesini, Körfez savaşları `Kürt` tehdidini yeniden ortaya çıkardı. Aslında her iki durumda da yaşanan, Kemalist ulus devlet anlayışının toplum mühendisliğine dayanan kimlik algısının krize girmesiydi. Ne İslam ne de Kürt kimliğini ciddiye alanlar, bu tasavvur edilen kimlikte kendilerine yer bulabiliyordu. Bu nedenle, bu kimlikler doğrultusunda ortaya konulan her siyasal ve sosyal statü talebi, ulusal güvenlik (kimlik) sendromunu depreştiriyordu.

FARKLI KİMLİKLER, YENİ POLİTİKALAR

2000’lerin ortaya çıkardığı siyasal tablo, bu anlayışın önemli ölçüde iflas ettiğinin açık göstergesiydi. İflas etmiş eski paradigmanın yeni bir paradigmayla ikame edilmesinin ilk yaşandığı yerlerin başında Türkiye’nin dış politikası geliyordu. Yeni bir tarih ve coğrafya algısıyla bunların mirası olan farklı kimliklerin kucaklanmasını merkeze alan yeni dış politika, dört-tarafını düşmanlar ile çevrili gören, içine kapanık bir devleti küresel iddiaları olan önemli bir bölgesel güç haline getirdi. Yeni anlayışa dayanan Türkiye, hem İslam İşbirliği Teşkilatının genel sekreterliğini hem ‘Medeniyetler ittifakı’nın eş başkanlığını yaparak bölgesel ve küresel bir vizyon ortaya koyuyordu.

Dış politikada yaşanan bu değişimin benzeri artık iç politikada da yaşanmalıdır. Kemalist anlayışın bütün toplumsal mühendislik projelerine rağmen, Türkiye hâlâ çok kültürlü yapısını korumaktadır. Nitekim Türkiye’nin siyasal elitleri ve çeşitli toplumsal kesimler, haklı olarak Türkiye’nin tarihsel derinliği olan imparatorluk bakiyesi bir ülke olduğu tezini sürekli işliyorlar. Çok dillilik ve çok dinlilik ise imparatorlukların en temel özelliklerini oluşturuyor. Ne var ki, imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde bu hakikat yok sayılmış ve mevcut sosyoloji referans olarak kabul edilip ona göre bir siyasal sistem ile kimlik anlayışı geliştirmek yerine, var olan toplumun gerçeklik dikkate alınmadan tahayyül edilmiş bir siyasal sistem ve kimliğe göre toplum inşa edilmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin imparatorluk bakiyesi olması nedeniyle, sahip olduğu toplumsal çeşitliliği yok sayan bu ulusal kimlik ile siyasal sistem ise, sürekli krizlerle karşılaşmış ve ancak toplumu, sosyolojisini tesis ettikleri siyasal sisteme tehdit gören bir vesayet sistemi ile sürdürülebilmiştir.

Bugün de doğu ve güney sınırlarında yaşanan krizlerin temelinde Türkiye`nin bu toplumsal gerçekliğine uygun bir kimlik anlayışının geliştiril(e)memesi yatmaktadır. Bu nedenle, yeni bir kimlik anlayışı sadece bir iç uzlaşım hadisesi olmayıp aynı zamanda önemli bir dış politika meselesidir.

YENİ TÜRKİYE'DE YENİ KİMLİK

Yeni Türkiye, toplumun sosyolojisini referans alan yeni bir kimlik anlayışını geliştirmek zorundadır. Bu yeni kimliğin bileşenlerinin oluşturulmasında da Kürtlüğün Türklük kadar, Aleviliğin Sünnilik kadar kendisine yer bulması gerekir. Bu bağlamda Suriye`deki Kürtlerin siyasal statü talebinin ulusal güvenlik (kimlik) sendromumuzu depreştirdiği bu dönemin, aynı zamanda Türkiye`nin yeni anayasa yazımı ile aynı döneme denk gelmesi büyük bir fırsattır. Anayasa yapıcılarının önünde, tarihi bir fırsat bulunmaktadır. Türkiye`nin toplumsal farklılıklarını dikkate alan kapsayıcı bir vatandaşlık ve kimlik tanımı ile yaşadığımız bu kriz, bu nitelikteki son krizimiz haline getirilebilir.

Böyle bir kimlik anlayışı, Suriye`de kurulacak bir Kürt siyasal yapılanmasını tehdit olarak değil, Bosna, Kosova örneklerinde olduğu gibi doğal bir müttefik olarak görür. Aslında Irak Kürdistan`ına yaklaşımdaki kısmi değişimin ortaya çıkardığı iyileşme, Türkiye ile Suriye`deki müstakbel bir Kürt siyasal yapısı arasında yaşanabileceklerin potansiyelini bize gösteriyor. Irak Kürdistanı ile Türkiye arasındaki ticaretin hacmi Türkiye ile Yunanistan arasındakinden büyüktür. Irak Kürdistanı Türkiye ile önemli oranda bir ekonomik entegrasyon sağlamış durumda; siyasal olarak da Irak`ta Türkiye`nin en önemli müttefiki konumundadır. Benzer bir durumun Türkiye ile Suriye Kürtleri arasında yaşanmaması için hiçbir neden yoktur.

Özetle, başka bir devletin iç siyasal yapılanmasında ortaya çıkması muhtemel bir değişikliğin bizi krize sokmasının nedeni, içeride yaşadığımız kimlik krizinin sonuçlarından başka bir şey değildir. Eğer yeni anayasa ile Türkiye toplumunun bütün farklılıklarını içeren, kapsayıcı bir vatandaşlık ve kimlik anlayışını geliştirebilirsek; Kürtlerin Suriye`de elde edeceği siyasal kazanımları da tehdit olarak değil, birer fırsat olarak görür ve destekleriz.

Star / Açıkgörüş (20.08.2012)