Türkiye’deki kimlik tartışmalarının kimlik siyaseti üzerinden yapılması, bir tarafta bu ülkenin asli unsurlarının marjinalize edilmesine öte tarafta herkesin sahiplenebileceği Türkiye diye bir bütünün küçülmesine yahut ortadan kalkmasına neden oluyor. Hak elde etmek adına kendilerini bu siyasetin aktörü olarak gören gruplar, “azınlıklar”ın alt gruplar olarak tanındığı ama eş-zamanlı olarak etnisizm çizgileri daha da derinleşmiş bir Türkiye’nin herkese dar geleceğini gözden kaçırıyorlar. Kimlik siyasetinin marjinal bir hak talepçiliğine dönüştüğü yer, içinde bulunduğumuz konjonktürün tarihi-siyasi bağlamından kopartılıp mutlak bir veri olarak kabul edilmesi ve kimliğimizin ve aidiyet parametrelerimizin buna göre yeniden tanımlanmasıdır. Türkiye’de devletin etno-seküler milliyetçiliğine karşı bir anti-tez üretmek ve Kürt kimliği merkezli bir hak mücadelesi vermek, bu milliyetçiliği aşmak değil, farklı bir formatta yeniden üretmek anlamına geliyor.
Stratejik Doğrular ya da Doğrunun Kendisi Nitekim Türkiye’de Kürt sorununu çözmeye yönelik her demokratik ve barışçıl teşebbüsün mecrasından sapması ve kimlik siyaseti ve etnisite merkezli bir kutuplaşmaya yol açması bunu teyid ediyor. Aynı sorunu sadece Kürt meselesinde değil, diğer kimlik tartışmalarında da yaşıyoruz. Siyasi ve kültürel hak talebinde bulunurken kimlik siyasetine dayalı bir milliyetçiliğe karşı bir başka “millet” üretmek, bu milletin “kurucu mitleri”nin olması gerektiğini söylemek ve tarihin bu zaviyeden yeniden yazılmasını talep etmek, kimlik siyasetinin en masum görünen ama orta ve uzun vadede bizi etnisizm çıkmazına sürükleyen yönüdür. Bugün “etnisizm kirlenmesi”nden nasibini almamış bir milletin kalmadığı doğrudur. Türk, Kürt, Sırp, Ermeni, Arap herkes modernite öncesi tarihi bu bakış açısıyla okuduğu için mitolojik tarihler üretiyor ve “Türkün beş bin yıllık tarihi”, “Arabın uç bin yıllık tarihi” gibi kurucu mitler oluşturuyor. Oysa bu tarihi kurguyu oluşturan şey, yüzyıllık geçmişi olan ulus tasavvurları ve mevcut tehdit algılamaları. Bu tarihi mitler, Benedict Anderson’ın “muhayyel cemaatler” dediği kurgulara bir zaman-mekan boyutu kazandırmak için oluşturulmuş atıf çerçeveleridir. Kimlik siyasetinin çıkmaza girdiği alan sadece etnisite konusu değil. İdeolojik tanımlamalar da benzer sorunlara yol açıyor. İslamcı kesimlerin “Müslüman” ya da “inananlar” tanımlaması üzerinden yaptığı kimlik siyaseti, Türkiye’nin bütününü kuşatacak bir genişlik ve derinliğe sahip olamadı. İslami değerleri yaymak adına yapılan keskin ayrımlar, farklı kurucu mitosların ve altın çağların üretilmesine neden oldu. Tersinden bakıldığında “çağdaş, laik, Atatürkçü” tanımlamaları da benzer mitoslara dayanıyor. Neticede Türkiye, fiktif ve muhayyel kimliklerin gerdiği ve daralttığı bir ülke haline geliyor. Türkiye, kimlik siyaseti üzerinden tartışılan ve daralan bir ülke olmaktan kurtulacaksa, yeni bir siyasi dilin ve modelin geliştirilmesi gerekiyor. Bu noktada Avrupa ülkelerini yahut Amerika’yı örnek gösterip “bakın onlar her grubu tanıyarak bu sorunu çözdüler” demek, Batı toplumlarının entegrasyon ve asimilasyon tecrübesini naif ve eksik bir şekilde okumak demektir. Batının Kimlik Siyaseti 11 Eylül hadiseleri, ne Amerika’nın ne de Avrupa’nın sanıldığı gibi bir entegrasyon gerçekleştiremediğini açık bir şekilde gösterdi. Ciddi bir tehditle karşı karşıya gelen Amerika, özgürlük söylemlerini terk ederek paranoyak bir güvenlik stratejisine sığındı. Bugün bu sığınmanın bedelini sadece Amerika’daki gruplar değil, Ortadoğu’daki insanlar da ödüyor. Huntington’ın son kitabının başlığı bu noktada oldukça manidar: “Asimilasyon Yoksa, Göç de Yok” (No Immigration Without Assimilation)! Bu grupların marjinal gruplar olarak kalması ve Avrupa’dan sadece bu “tanınma”yı talep etmesi, azınlık grupların değil Avrupalıların işine gelen bir şeydir. Bu grupların elde ettiği “azınlık grubu” statüsünün derin bir hataya dönüştüğü yer, onların sadece bu gruplar olarak var olma talebinde bulunması ve Avrupa yahut Amerikan toplumunun bütününe ilişkin tasavvur ve tasarrufta bulunma hakkından feragat etmesidir. Almanya yahut Amerika’nın ekonomi politikaları, eğitim sistemi, dış politikası, kültür anlayışı, federal yapılanması, seçim sistemi, vs. hakkında fikir yürütemeyen, söz sahibi olamayan bir Türk’ün yahut Pakistanlının Türk yahut Pakistanlı alt kimliğine ait olmanın ötesinde bir iddiasının olması gerekirdi. Bugün bu grupların böyle bir iddiası yok. Kendi grup çıkarlarını savunmak için kimlik siyasetinin dar alanına sığınan gruplar, kendi köşelerini muhkemleştirmek adına bütün sahadan feragat ettiklerinin farkında değiller. Son olarak Batıdaki alt kimlik gruplarının siyasi manipülasyon alanlarına bakalım. Bugün Avrupa yahut Amerika’daki etnik grupların varlığını bir siyasi manevra malzemesi olarak kullanan ya da kullanma kabiliyetinde olan hiç bir devlet yok. Hangi birimiz Amerika’daki zencileri, Asyalıları, müslüman göçmenleri yahut Latinoları esas alarak bir Amerika siyaseti geliştirebiliyoruz? Bu grupların geleceğine ilişkin bir tasarrufta bulunabiliyor muyuz? Amerika’yı hep bir heyula gibi tepesinde gören Latin Amerika, ABD’de sayıları 40 milyona varan Latino’lar üzerinden bir Amerika siyaseti yapabilir mi? İki Yanlış Bir Doğru Etmiyor Peki bütün bunlar Kürtlerin yasadığı sorunları yok saymamız anlamına mı geliyor? Bu soruyu sormak dahi, Türkiye’de kimlik siyasetinin ne kadar derinlere nüfuz ettiğinin bir göstergesi. Türkiye’de devletin etno-seküler milliyetçilik politikalarına aynı politikanın Kürt (yahut Alevi, Sünni, Çerkez, vs.) versiyonuyla karşılık vermek bir yanlışı bir başka yanlışla düzeltmeye kalkışmak demek. Sorunlarla dolu bir milliyetçiliği bir başka milliyetçilikle tashih etmeye çalışmak yahut “dengelemek”, insanın bindiği dalı kesmesi anlamına gelir. Konjonktürel olarak kimlik siyaseti yapmak, kısa vadede bir takım hakların elde edilmesini sağlayabilir. Ama bu süreçte hak elde ettiğiniz zemin daha da kaypak hale gelir. Bütün bunların ışığında Türkiye’deki Kürt sorunu ve diğer kimlik unsurları nasıl ele alınmalı? Bunun temelini oluşturan “eşit vatandaşlık” ve “ortak aidiyet duygusu”nu bir başka yazıda tartışacağız. Fakat hayali ve afaki olarak algılanma riskine rağmen şu gerçeğin altını çizelim: Türkiye, bünyesindeki (ve bölgesindeki) etnik kimlikleri artık göremez, farkedemez, ayırtedemez hale geldiği gün etnisizm-sekteryanizm çizgisini aşmış, gerçek manada bütünleşmiş, “çokluk-içinde-birlik” sentezine ulaşmış bir ülke ve vatan olacak.