Türkiye’deki kimlik tartışmaları her gün yeni bir boyut kazanıyor. Avrupa Birliği süreci, Kuzey Irak’taki gelişmeler, Kürt sorununun tanındığının açıklanması, Ermeni soykırım iddiaları ve son olarak Pamuk ve Dink davaları, toplumun değişik kesimlerinde farklı tepkilere yol açtı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı”nı Türkiye’nin üst kimliği olarak tanımlaması, tartışmaya yeni bir boyut kazandırdı. Soruna hangi açıdan bakarsak bakalım, tartışmanın merkezinde farklı kimlik siyasetleri yatıyor. Kimlik siyaseti, belli bir grubun genel toplum içindeki yerini toplumun bir parçası olarak değil, o grubun ayırt edici özelliklerini esas alarak tanımlamasını ifade ediyor. Kadın, göçmen, Kürt, Türk, Ermeni, Alevi, vs. olarak yapılan bu tanımlamalar, grup dayanışmasını öne çıkartırken, sosyal adalet taleplerini de dile getirir. Geniş bir anlamda kullanılan ‘kimlik’ kelimesi, grupların siyasi, hukuki ve kültürel boyutlarını da içerir. Fakat bu üç alan arasındaki ilişkiyi net bir şekilde tanımlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Dini ve kültürel farklılıkları olan gruplar aynı siyasal ideal etrafında birleşebildiği gibi, benzer kültür normlarına sahip gruplar farklı siyasi kamplarda yer alabilir. Her halükarda kimlik siyasetinin belirleyici özelliği, bir sosyal grubun siyasi, hukuki, ekonomik yahut kültürel taleplerini siyasi bir program haline getirmektir. Türkiye’deki Kürt, Alevi, Ermeni kimlikleri hakkında yapılan tartışmalar kimlik siyasetinin somut örneklerini oluşturuyor
Kimlik Siyasetinin Üç Sorunu
Fakat her kimlik siyaseti üç temel sorunu da beraberinde getirir. Birincisi grupların kendi toplulukları hakkında bir takım genel-geçer ve homojenize edici ön-kabullerde bulunmasıdır. Örneğin Türkiye’de “Kürtler” dediğimizde, hem kimlik siyasetini güden Kürt kanaat önderleri hem de Türkler de dahil olmak üzere bu söylemin muhatabı olan kesimler, Kürtlerin düşünceleri, inançları, talepleri, gelenekleri, vs. hakkında bir takım genellemeler yaparlar. Bunlar, “Kürt sorunu” ifadesindeki Kürt kimliğinin belirleyici unsurları olarak kabul edilir.Oysa sosyal gruplar tek bir tanıma indirgenmeyecek kadar dinamik ve çok yönlü bir yapıya sahiptirler. Kürtler hakkındaki genellemelere karşı çıkanlar bir zaman sonra aynı genellemeleri kendi “stratejik doğruları” olarak telaffuz etmeye başlarlar. Bugün Kürt meselesi konusunda yaşadığımız temsil sorunu, bunu teyid ediyor. ‘Kürt’ dediğimizde Hakkari’deki bir öğretmeni mi, Ankara’daki Kürt kökenli bir imamı mı, İstanbul’daki Kürt kökenli bir iş adamını mı, DTP’li bir belediye başkanını mı yoksa PKK’lı militanları mı kastettiğimiz belli değil. Bu belirsizlik siyasi pragmatizm için önemli bir veri olabilir ama sorunun çözümüne katkıda bulunmaz.
İkinci sorun, kimlik siyasetinin adalet, özgürlük, barış, doğruluk, sorumluluk, dürüstlük gibi evrensel kavramların bi-zatihi doğru ve önemli olduğu için değil, belli grup kimliklerinin süzgecinden geçirilerek tartışılması ve sahiplenilmesidir. Bu evrensel doğrulara kimlik siyaseti üzerinden yaklaştığımızda, ortak iyinin inşasına katkıda bulunma şansımız ortadan kalkar. Örneğin insan haklarına kendinde doğru bir ideal olduğu için değil, kendi grup çıkarlarımıza fayda sağladığı için sarılmaya başlarız. Bu şekilde üretilen stratejik doğrular, bugün Türkiye’de sıkça gördüğümüz çifte standart uygulamalarının temelinde yatan ana so