Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de insan, aklını kullanmaya yani toplumun köhneleşmiş değerlerini körü körüne takip etmemeye davet edilmektedir. Aydınlanmanın temel sloganı ise “sapere aude” idi. Bu slogan da insanı akletmeye, dogmalardan bağımsız bir şekilde düşünmeye ve eylemeye çağırıyordu. Yine içerikten bağımsız olarak her düşünce geleneği, insanı insan yapan şeyin otonom hareket edebilmesi olduğunun altını çizer. Bu anlamda modernlik ve kadim gelenek bu temel etik düsturda bir uzlaşı içerisindedir. Bu etik düsturu siyaset alanına taşıdığımızda ideal bir siyasi düzen, insanın toplumda ve siyasi topluluğun da uluslararası alanda özgürlük ve otonomisinin sağlandığı düzendir. Ancak ne var ki bu etik-siyasi düstur, siyasetin diğer temel unsuru olan iktidar olgusunun paylaşılmazlığı gerçeğiyle çelişmektedir. Nihayetinde siyasette akıl ve güç karşı karşıya gelmektedir ve kaçınılmaz olarak bazı aktörler diğerleri tarafından belirlenmektedir. Bu belirlenim, özgürlük ve otonominin sınırlandırılmasından kimlik kaybını imleyen asimilasyona kadar uzanmaktadır.
Bu çerçevede ele alındığında 15 Temmuz darbe girişimi güce karşı aklın bir başkaldırısıydı. Daha da somutlaştıracak olursak; Türk milletinin emperyalist güçler ve yerli taşeronlarının saldırıları karşısında iradesine sahip çıktığı, istiklalini savunduğu büyük bir andı. Dolayısıyla 15 Temmuz neo-kolonyalizmin önemli bir kriz anı olarak karşımızda durmaktadır.
Kemalizm ve Sömürgecilik
İslam coğrafyasının merkezi konumundaki “Ortadoğu”, 1797’de Napolyon Bonapart’ın Mısır seferiyle otonomisini kaybettiği bir sürece girdi. Bu süreçte İslam coğrafyası parçalandı ve sömürgeleştirildi. Bu müstemleke süreci bazen direkt olarak bazen de yerli vekiller aracılığıyla gerçekleşti. Her iki durumda da işin dayandığı nokta yerel toplumun kendi adına karar verme iradesinin bastırılmasıydı. Bunun için ya zora ya da kimlik dönüşümüne başvuruldu. Bu ikili yapı iktidar olgusunun iki yüzünü yani sınırlayıcı-negatif ve inşa edici-pozitif boyutlarını ortaya koymaktadır.
Sınırlayıcı-negatif boyut zora, cebir kullanmaya işaret etmektedir. Bu durum toplum ile devletin cebren birbirinden koparılarak halkın devlete kapatılması, devletin millete sormadan onun adına karar vermesini kapsıyordu. Otoriterliğin damgasını vurduğu bu siyasi denklemde millet iradesi belirleyici bir rol oynayamıyordu.
İnşa edici-pozitif boyut ise kimlik dönüşümüne işaret etmektedir. Buna göre devlet ile halk veya çevre ile merkez arasındaki mesafenin, Batıcı elitler eliyle tepeden inmeci bir şekilde, toplumun dönüştürülmesi suretiyle kapatılması söz konusuydu. Bir başka ifadeyle egemenliğin kaynağı olan millet iradesinin çeşitli kanallardan, küresel ve yerli iktidarın arzu ettiği çizgiye taşınması amaçlanıyordu. Böylece yerelin küresel iktidara karşı koyması ve kendi başına hareket etme “tehdid”ine kökten ve kalıcı bir çözüm bulunmuş olacaktı.
Türk milleti hem zora ve otoriterliğe hem de kimlik dönüşümüne ve asimilasyona maruz kaldı. Devlet yönetiminin merkezine yerleşen Batılılaşma çıpası ülkeyi Batı’ya eklemleme misyonunu üstlendi. Yapılan işler meşruiyetini Batılı kimliğe ne denli yaklaşıldığından alıyordu. Dolayısıyla Cumhuriyet’in kuruluşundan 2000’li yıllara kadar Batıcı Kemalist elitin yönetimi, Türk milletinin küresel iktidara boyun eğmesi ve sorun çıkarmaması işlevini gördü. Kemalizmin varlık sebebi tam olarak bu idi. Yani küreselleşen Batı ile yerli ve milli olan arasındaki farkı Batı lehine kapamaktı. Ancak Kemalist elitin toplumu kimlik anlamında dönüştüremediği ve zorla da kontrol altına alamadığının aşikar olmasıyla tasfiye süreci başladı. Bu tasfiyeyi hızlandıran parametre ise dinamik ve dönüşen Batı’nın daha farklı bir aracıya, vekile ihtiyaç duymasıydı. Açık bir ifadeyle laiklik eksenindeki kültürcü-politik modernliğin yerini küresel neo-liberal ekonomik modernliğe bırakması, Kemalist elit için işleri radikal bir şekilde değiştirdi. Kapitalizm ve liberal modernlikle uyumlu yeni bir aracı arayışı başladı.
Gülenizm ve Sömürgecilik Gülenizm
Türkiye’ye yönelik sömürgeciliğin ikinci momentini temsil etmektedir. 1980’lerde başlayan Batı desteği 1990’larda had safhaya ulaştı. Bir yandan diğer İslami grupların (Milli Görüş) ezilmesinin, öte yandan da küreselleşme ve 11 Eylül gibi kırılma anlarının yaratmış olduğu fırsatları iyi kullanan Gülenciler on, on beş sene içerisinde devasa bir şekilde serpildi. 2000’li yıllarda Gülenciler; AK Parti ile birlikte, içerisinde farklı toplum kesimleri ve aktörlerin de yer aldığı tarihi bir blok oluşturarak Kemalist vesayeti tasfiye etti. Kemalizm’den boşalan merkeze yerleşen bu yeni iktidar blokundan Batı’nın beklentisi; Kemalizm’in yarım bıraktığı işi tamamlamak, toplumu dönüştürerek küresel iktidara eklemlemekti.
AK Parti içerisinde Erdoğan çizgisi bu misyonu reddetti. Ortak “düşman”ını kaybeden ve siyasi hedefler konusunda ayrışma yaşayan bu blok 2010 yılında dağılma sürecine girdi. Ardından merkezde AK Parti ile diğer blok üyeleri arasında çetin bir mücadele başladı. AK Parti küresel iktidar karşısında millet iradesini, ülkenin otonomisini ve Batı’yla eşit bir ilişkiyi savundu. FETÖ ve onlarla beraber hareket eden muhalifler ise AK Parti’yi, özellikle de Erdoğan’ı Batı’dan aldıkları destekle “otoriterlik”, “kutuplaştırma” ve “terör örgütlerine destek” gibi asılsız iddialarla etkisiz hale getirmeye çalıştılar. Kağıt üzerinde liberal-demokratik toplumsal-siyasi bir düzen, bölgesinde izolasyonist bir dış politika ve uluslararası toplumla uzlaşıyı ön planda tutan bir uluslararası politika önerdiler. Ancak temelde AK Parti karşıtı blokun amacı; Erdoğan çizgisini etkisiz hale getirip Batı’ya vaat edilen yeni aracı rolünü oynamak, ülkenin küresel iktidara eklemlenmesini sağlamaktı.
Gülenizmin görünürde dini ve milli değerleri kucaklıyor olmasının, Batılılar adına üretilen yeni rejimin toplumsal kabulünü kolaylaştıracağı varsayılıyordu. Ancak AK Parti’nin varlığı bu politikayı suya düşürmekteydi. Sonuçta iktidar mücadelesi 2012 yılında yüzünü gösterdi ve sürekli bir şekilde sertleşerek tırmandı. En sonunda da FETÖ’nün son seçenek olarak silaha baş vurmasıyla 15 Temmuz 2016 darbe girişimi noktasına kadar gelindi.
Quo Vadis?
15 Temmuz’da FETÖ’nün tüm iktidarı ele geçirerek Batı’nın Türkiye’deki yeni vekili olması hedeflendi. Böylece millet iradesi de tamamıyla bloke edilmiş olacaktı. Meselenin burada biteceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Bu hedefin akim kalması yeni bir taktiğin devreye sokulmasını gerekli kılmaktadır. Sömürgeciliğin (eğer olacaksa) üçüncü momenti ne olabilir? Nasıl bir taktik izlenecektir? FETÖ’nün toparlanıp saldırması, Kemalistlerin yeniden devreye sokulup AK Parti’nin etkisinin kırılması ve Erdoğan’sız bir AK Parti seçeneğinin çok daha sert bir şekilde zorlanması akıllara ilk gelen seçenekler olabilir. Ancak uygulansa bile bunlar kalıcı çözümler sunmayacaktır.
Sömürgeci Batı’nın sorunu, siyasiler veya partilerle değildir. Sorun; Doğulu toplumların kontrolden çıkması ve bağımsız hareket etme eğilimi içerisine girmesidir. O halde Batılı güçler Türk toplumunun enerjisinin tüketilmesi gibi köklü ve tehlikeli bir yol takip edebilir. Gerçekten de Arap Baharı sürecinde komşu devletlerde olduğu gibi, iç savaş yoluyla “toplumsal çölleştirme” seçeneği gündeme alınabilir. Bu, otoriterlik ve asimilasyonun yanında topluma yönelik üçüncü bir, kalıcı ve kapsamlı kontrol mekanizması durumundadır. Şayet toplum otoriter bir şekilde kontrol edilemiyor veya dönüştürülemiyorsa, iradesi ve gücü kırılarak siyaseti belirleyen bir aktör olmasının önüne geçilmesi birinci seçenek haline gelebilir. PKK’nın son dönemdeki saldırıları, Alevi grupların sürekli olarak kışkırtılmaya çalışılması, hassas bölgelerdeki DAEŞ saldırıları, bu resim içerisinde anlam kazanmaktadır. Lakin bu ayrışmalar bir iç savaş çatışması seviyesine taşınamadığı gibi Türk toplumunun iç savaşa yönelik uyanıklığı da bu yolu büyük oranda tıkamaktadır. 7 Ağustos’taki Yenikapı mitinginde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile birlikte AK Parti, CHP ve MHP’li siyasilerin birlikte yer alması toplumun çok büyük bir kesiminin kendisine yönelen tehdidin farkında olduğunu göstermektedir.
[Kriter, 1 Eylül 2016].