Türkiye siyasi kültürü içinde otoriter modernleşme çizgisi, yıllar yılı CHP ve bürokratik oligarşi tarafından temsil edildi. Devlet merkezli, tepeden inmeci, halka rağmen yürütülen modernleşme programı laikçi, Türkçü ve Kemalist radikaller tarafından hayata geçirildi. Bu modernleşme programı, yürürlüğe sokulduğu ilk günlerden itibaren toplumsal alanda çeşitli meydan okumalarla karşı karşıya kaldı. Yeni devletin, yeni ve homojen bir ulus inşasına dayalı egemenlik siyaseti, yıllar yılı bu meydan okumalarla yüzleşti. Bu süreçte son derece sert yöntemler kullandı. Açık ve gizli şiddet kullanmaktan çekinmedi. Yeri geldiğinde şehir bombalayarak, yeri geldiğinde faili meçhul cinayetlere aracılık yaparak, yeri geldiğinde köy boşaltarak, yeri geldiğinde toplumun bir kesimini diğer bir kesimine karşı harekete geçirerek yaptı bunu.
Kürtler de, dindarlar da, gayrimüslimler de bu sürecin mağduru oldu. Bu mağduriyet, toplumsal alandaki geniş karşılıkları nedeniyle Kürtlerde ve dindarlarda kitlesel karşılığı olan bir politik bilinç yarattı. Dindar toplum kesimleri bu politik bilinci, siyaset sahnesine kanalize etmeyi başardı. Laikçi, Türkçü ve Kemalist radikallerin kışkırtmalarına rağmen şiddete başvurmadan tezlerini savundu. Elbette bu süreç hiç de sancısız bir biçimde ilerlemedi. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden 27 Nisan 2007 e-muhtırasına kadar birçok askeri müdahalenin muhatabı oldular. Fakat gün sonunda kendilerini “iktidarda” hissettikleri bir politik moment inşa etmeyi başardılar. Modern Türkiye siyasetinin merkezi fay hatlarının ortaya çıkmasında kendilerini dindarlık üzerinden tanımlayan toplum kesimleri yanında Kürtlük üzerinden tanımlayan toplum kesimleri de belirleyici oldu. Özellikle 1950 sonrasında giderek belirgin bir hal alan Türk-Kürt ve laik-dindar hatları siyasetteki ana çatışma güzergahını inşa etti. Bu, her şeyden önce Cumhuriyetin otoriter modernleşme programının başarısızlığını ortaya koyan bir durumdu. Zira bu modernleşme programı ne bu pozisyonları ne de bu gerilim hatlarının varlığını kabul ediyordu. Çok partili hayata geçtikten sonra bile, homojen ulus tasavvurundan vazgeçilmemişti. İnkar siyasetine kaynaklık eden ana psikoloji de buydu.
* * *
Kürt kimliği üzerinden bir siyasal aidiyet geliştiren toplum kesimleri, siyasal mücadelesine 1970’lerin sonunda başlamadı. Esasında bu PKK’nın kendisine tarih yazarken dolaşıma soktuğu ve giderek popülerleşen bir söylem. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Kürt kimliği nedeniyle devletin zulmüne maruz kaldığını düşünen toplum kesimleri, çok partili hayata geçişle birlikte, başarılı bir stratejiyle Kürt kimlikli isimleri siyaset sahnesine taşıdı. Ne var ki, 1970’lerin sonundan itibaren devreye giren PKK, “Kürt politik bilinci” inşa edebilmenin ve “devletin baskıcı politikaları”na karşı direnebilmenin yolunun silahlı mücadeleden geçtiği tezini savundu. Şiddet uyguladı. Kanlı bir savaş siyaseti izledi.
Kemal Burkay’ın ifade ettiği gibi, PKK şiddete başvurmamış olsaydı bugün Kürtler ellerinde çok daha fazla hak bulunduruyor olacaktı. Birincisi şiddetin yarattığı toplumsal travma olmasaydı devletin, güvenlikçi politikalarını meşrulaştırması ve derinleştirmesi bu denli kolay olmayacaktı. İkincisi, bölgede oldukça net bir karşılığı olan MNP-MSP-RP çizgisi ve onun devamı olarak algılanan AK Parti siyaseti şiddet üzerinden baskılanmayacak ve Kürtlerin siyasal temsil alanı genişleyecekti. Fakat olmadı. Bunun nedeni, Kürt siyasetini laikçi, milliyetçi ve “Kemalist” bir tutumla dizayn etmeye çalışan radikallerdi. Toplumlarına, yeni bir otoriter modernleşme modeli dışında hiçbir vaatte bulunamadılar. Dinin toplumsal temsiline Kemalist Türklerle aynı yerden baktılar. Cumhuriyetin otoriter modernleşme politikalarından mustarip olmuş dindarların siyaset sahnesindeki varlığından rahatsız oldular. Onlara karşı özsel bir karşıtlık hissettiler. Bu özsel karşıtlık hissiyatı onları yanlışa sevk etti, sevk etmeye devam ediyor. “Çözüm istiyoruz ama dindarlarla değil” noktasına sıkışıp kalmış durumdalar.
Bugün önlerinde bir tercih imkanı var. Cumhurbaşkanının Türkiyelilik kavramını dillendirdiği, yeni bir toplumsal sözleşme zemininin ortada olduğu bir tarih diliminde çözümden ve birlikte yaşamaktan yana mı tavır gösterecekler, yoksa bir “uzak ülke hayali” ve “geç kalmış modernlik baskısı”yla hareket ederek yeni bir gerilim sahası mı inşa edecekler? Bir başka deyişle, “uzak ülke”den yana mı tavır alacaklar, yoksa “bu ülke”den yana mı bir tavır alacaklar?
[Akşam, 4 Kasım 2014]