İsrail'in Gazze'ye yönelik insani yardım taşıyan gemilere yönelik sert askeri müdahalesinin yarattığı tartışmalar dinmeden, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde (BMGK) İran'a yönelik yaptırımların oylanması gündeme geldi. İsrail'in uyardım gemilerine sert müdahalesi karşısında sert bir cevap veren Türkiye, BMGK'de yapılan oylamada Brezilya ile birlikte yaptırımlara "hayır" oyu verdi. Başka türlüsünü beklemek de imkansızdı. Nitekim iki ülke 17 Mayıs'ta İran'ı ikna ederek "uranyum takas anlaşması" imzalamıştı. Bütün bu gelişmeler bir kez daha şu soruyu gündeme getirdi; "Türkiye eksen mi değiştiriyor, yüzünü Doğu'ya mı dönüyor?" Tüm bu soruları, Türkiye'nın dış politikasını yakından izleyen SETA Vakfı'nın Genel Koordinatörü Taha Özhan'a sorduk. Özhan yaşananları, "Türkiye 'Ankara merkez'li politikanın meyvelerini topluyor" diye özetledi.
En çok sorulan sorudan başlayalım. "Türkiye eksen mi değiştiriyor" tartışmasının bir karşılığı var mı? Türkiye eksen mi değiştiriyor? Türkiye hangi yöne gidiyor? Bu soru(lar) niçin soruluyor? Türkiye'ye dair bir merak mı yoksa Türkiye'ye yönelik bir tehditten mi? Bana öyle geliyor ki bu sorular meraktan sorulmuyor. Aksine ismi konulmamış bir tehditten ya da uyarı yapma ihtiyacından dolayı sorulan sorular. Bunlar dünya sistemi ve bölgemize düşen "düzenin" istikameti dışına çıkılarak, Washington veya Londra'dan kendi ülkesiyle konuşmaktan vazgeçmenin doğal bir yansıması. Ankara merkezli bir siyasi çizgi izlemenin meyveleri alındıkça da mezkûr tehditlerin dozajı artmaktadır.
Ne tehdidi bu?
Türkiye'ye cumhuriyetle beraber öngörülen coğrafi, siyasi ve sosyolojik sınırların nihai olduğu varsayıldı. Türkiye bu sınırlar karşılığında devletini aldı ama bir çok şeyi de rehin bıraktı Batı yakasına. 27 Mayıs'a kadar Türkiye'yi idare eden bütün isimler ve bürokrasi bu 'rehin ilişkisinin' farkındaydı. Darbe sonrası bu farkındalık yerini inanmışlığa başladı. Aynı dönem sanal bir şekilde 'rehin ilişkisinden mülkiyet ilişkisine geçiş' dönemi olarak yaşandı. Adeta milletin bütün unsurları üzerinde labaratuvar gibi çalışmalar yapıldı. 28 Şubat'la beraber sağ, sol, islamcı derken 27 Mayıs'la kurulan müesses nizama karşı artık bir tehdidin ortada kalmadığı varsayıldı. Bu tehdit Türkiye'nin iç konsolidasyonunu tamamlayarak doğal siyasi ve sosyolojik sınırlarına yönelmesiydi. Şu an yaşanan da budur. Millet doğal sosyolojik sınırlarına yöneliyor. Bir taraftan Batı Balkanlar'daki akrabalarına ulaşıyor, diğer yandan Kudüs'teki Mustafa Kemal ile aynı okullarda okuyan İzettin Kassam'ın torunlarına... Bu ilişkinin organik ve yapısal olması başlı başına bir tehdit zaten.
TÜRKİYE BİR KANAT ÜLKESİYDİ
Türkiye hangi eksendeydi şimdi kadar?
Türkiye Soğuk Savaş dengesinin bölgemize düşen statükosu içerisinde kendisine biçilen rollere mahkûm bir kanat ülkesiydi. 27 Mayıs Darbesi'yle Washington ve Londra'da biçilen bu rol hem siyasi hem de yapısal olarak tahkim edilmişti. Soğuk Savaş yılları kanat ülkeleri için oldukça trajik sonuçlar doğurmuştur. Bu ülkelerden Türkiye, Batı Bloku'nun 'sıradan bir kanat ülkesi' olarak on yıllarını harcadı. 1970'de 1.5 milyar dolar olan ticaret hacmi, 1980'de 10,5 milyarı ancak bulacaktı. Soğuk Savaşı'n bittiği ilan edilirken toplam ticaret hacmimiz sadece 25 milyar dolardı. Bu tabloya biraz dikkatlice bakan her vicdan sahibi, Türkiye'nin sıradan bir kanat ülkesi olmasının bedelini rahatlıkla görebilir. Özal'lı yıllarla kabuğunu kıran ama pozisyonunu değiştirmeyen Türkiye, o yıllarını ekonomi-politik yönsüzlükle geçirdi. Özellikle 1990'larda Soğuk Savaş yıllarının kanat ülkesi Türkiye'den; hızla küreselleşen dünyanın kayıp ülkesi Türkiye'ye dönüştük. Dünya ne ile ilgileniyorsa biz adeta tersi istikamette ilerliyorduk.
Neler yapıyorduk o dönemde?
1990'ların Türkiye'sinde derin ekonomik krizler, sene başına neredeyse bir hükümetin bile düşmediği siyasi istikrarsızlık dönemi, faiz vurgunları, enflasyon, işsizliğin had safhaları görmesi, onbinlerce insanımızın Kürt sorunu ve terör yüzünden yaşamını kaybedişi, faili meçhuller, 28 Şubat ve bankacılık sisteminin iflası! Türkiye bu karamsar tablodan dersler çıkararak, zikredilen her felaket başlığında oldukça büyük ilerlemeler kaydetti. İlerlemenin yeterince idrak edilmediği alanların bir tanesi ise dış politikamız. Türkiye ekonomi-politiğinde yaşanan dönüşümün tabii bir yansıması kendisini dış politikada da hissettirdi. 1989'dan 2002 Irak işgaline kadar olan dönemde arafta kalıp kendi Soğuk Savaşı'nı devam ettiren dış politikamız, bir karar vermek zorundaydı.
DIŞ POLİTİKADA MİLAT
Verildi mi o kadar?
1 Mart 2003'te bu karar verildi. O gün bugündür Türkiye, Soğuk Savaş'ın sıradan kanat ülkesinden; pozisyonunu kendisini tayin eden merkez ülkeye doğru evrilmeye başladı. 20. Yüzyıl ezberlerine müptela olanların, 1 Mart tezkeresi öncesi panikleri, Davos'tan hemen sonra afallamaları veya Ermenistan protokolleri sürecinde yaşanan sıkıntı ve hataları 'cari dış politikanın' topyekün iflası şeklinde okumalarına şaşmamak lazım. Yıllarca kendilerine ezberletilenlerin bu dönemde neredeyse hiç bir karşılığı yok. Onun için 'benim bildiğim Amerika' diye başlayan bütün analizlerinin bu güne kadar raf ömrü bir kaç hafta veya ayı geçemedi. Hatta bıraksanız 'Nerede o güzelim Soğuk Savaş yılları' diyecek kadar, kafa konforları bozulmuş durumdadır.
Yani dış politikadaki kırılma 1 Mart'la mı başladı?
Irak işgaliyle beraber hareketlenen dış politikamız, sosyal muhayyilemiz, tarihî ve stratejik derinliğimiz, tek başına hükümet olan iktidarın, mütevazı açılımlarla başlattığı ince güç kullanımını önceleyen girişimlerinin olumlu neticeler doğurmasını sağladı. Bu süre boyunca yaşanan düzenli ekonomik büyüme ise hem özgüvenin artmasını hem de ince gücün finansmanını sağlamış oldu. Aynı süre zarfında Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar'daki birçok ülkenin bölünmesi ve küçülmesi tartışılırken; Türkiye, stratejik derinliği ve etki alanını artırmasıyla anılır oldu. Türkiye'ye dair algının ülkemizin hinterlandında bu denli hızlı bir şekilde olumluya dönmesini manipüle etmek isteyenler de mutlaka olacaktır. Bunlar iki temel kategoriye ayrılabilir.
Neler bu kategoriler?
Birinci kategoriye girenler; Türkiye'nin boyunu aştığını ima eden, coğrafi sınırlarımızı adeta eriterek zuhur eden sosyal ve siyasal sınırlarımızdan rahatsızlık duyanlardır. İkinci kategori ise daha rafine bir yaklaşımla, Türkiye'nin siyasal derinliğini, kullanılabilecek bir araca dönüştürmenin derdine düşenlerdir. İkinci kategoriye giren yaklaşım, Erdoğan'ı Cemal Abdünnasır parantezine ya da sulandırılmış neo-Osmanlıcı hatalara mahkûm etmeye çok müsaittir. Oysa ne Erdoğan, Abdülnasır gibi İsrail sorununun var ettiği bir liderdir ne de Türkiye Mısır gibi post-kolonyal bir ülkedir. Bu iki hakikati atlayarak yapılacak her analiz, Davos'u Davos'taki kadar tercüme etmekten öteye gidemez. Çünkü post-Davos sürecinin Türkiye'ye yüklediği sorumluluk, onu adalet merkezli bir nizam verici güç olmaya aday kılmıştır. Bu haliyle Türkiye bölgesini tehdit eden bir dış güç değil, aksine etrafına istikrar yayan, çatışma alanlarında üçüncü bir adres ve bölgesel ekonomi-politiğe yapısal açılımlar sağlamaya matuf bir "çekim alanı" olmaya başlamıştır.
EKSEN KAYMASINI AVRUPA YAŞIYOR
Ne demek post-Davos ve nedir özelliği?
Post-Davos döneminde Türkiye'nin üzerine düşen sorumluluklar, Davos'un heyecan veren havasından çok daha ağırdır. Ancak bu sorumlulukların altına girmeye aday bir ülke, Davos'u bir siyasal ve jeopolitik moment haline getirebilir. Bunun hayata geçebilmesinin yolu ise Türkiye'nin iç konsolidasyonunu tamamlamasından, normalleşme sürecini hitama erdirmesinden geçmektedir. Müesses nizam, Davos sonrası, mirasına sahip çıkan millet ile inkâr edenler arasına sıkışmış durumdadır. Türkiye'nin tanzim edici bir "dış mihrak" olarak algılanmaya başlamasıyla, müesses nizamın omzundan millete nişan alacağı, adına konuşacağı başkent sayısı da yok denecek kadar azalmıştır. Bu durumda, Türkiye'nin ve AK Parti'nin önünde normalleşmeyi sağlayamamanın bir mazereti de kalmamıştır. Türkiye, siyasal ve sosyal sınırlarını fark ettikçe coğrafi sınırları içerisinde yaşadığı çelişkilerden kurtulacak ve bu suretle iç konsolidasyonuna yönelik adımlarını atacaktır. Davos sonrası bizim normalleşmemizin, bölgemize istikrar ve adalet ihraç eden bir "dış mihrak" olduğunu da idrak etmek zorundayız. Bu ise Türkiye'nin sorumluluğunun daha fazla artacağının işaretidir. Özellikle Amerika'nın omzundan ateş eden İsrail lobisi ve İsrail'in omzundan ateş eden bazı Türk medya organları, Türkiye'yi "Ermeni meselesinde diyet ödetmek"le, "PKK-Hamas analojileri" kurarak "başınıza kötü şeyler gelebilir" mesajlarıyla korkutmaya çalışıp, iki haftada(!) Türkiye'nin "eksen (medeniyet) değiştirdiği"ni iddia ettiler.
Yani eksen tartışmalarının karşılığı yok...
Evet... öncelikle Batı merkezli ve Avrupa merkezci şartlanmışlıklardan kurtuluyoruz. Başka başkentlerden kendimizi tarif etme hastalığından sıyrılıyoruz. Ben algısı oldukça hızlı ve sağlam bir şekilde gelişiyor. Millet bu süreçte devletin çok önünde gidiyor. Kapitalizm de burada ilginç bir şekilde hayırlı bir araca nispeten dönüşüyor. Habur'dan çıkıp Kerkük'e vardığınızda yol boyunca gördüğünüz Türkçe tabela sayısı, Ankara İstanbul arasında gördüklerinizden (daha çok İngilizce var bizde) neredeyse daha fazla ise sahada oluşmuş bir potansiyelden bahsetmek lazım. Türkiye'de bunlar olurken asıl eksen kayması ise Avrupa'da yaşanıyor. Neredeyse birliğin çoğunluğunda sağcı iktidarlar, marjinal sayabileceğimiz ve ırkçılığı ile bilinen partiler hükümet ortağı oluyor. Eğer biraz Amerikan medyasındaki İsrail taraftarı propaganda yazılarından kafanızı kaldırıp ciddi akademik çalışmalara bakarsanız, asıl tartışmanın Avrupa'nın ekseninin nereye kaydığı üzerine olduğunu görürsünüz. Son bir yıldır, neredeyse her ay 'nasıl bir Avrupa, Avrupa nereye gidiyor' tarzı onlarca toplantının yapıldığını görürsünüz.
Batı'da özellikle ABD yönetimi medyasında neden böyle bir algı oluştu?
ABD medyasında oluşan bir algı yok. Bir algı oluşabilmesi için bunu besleyen verilerin olması gerekir. Batı medyasında planlı ve kapsamlı bir Türkiye tartışması belli bir proje dahilinde yürütülüyor. Son bir ay içerisinde Türk medyasında sıklıkla görülen mezkur ucuz manipülasyonlara rağmen sokakları dolduran milyonlarca insan adeta dünyanın vicdanı haline dönüştüler.
Obama 'barış' fırsatını görmezden geldi
Türkiye İran meselesinde neden bu kadar hassas?
Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi'ne seçilmesinden bu yana yoğun bir şekilde yürüttüğü İran diplomasisine geçen aylarda Washington'da yapılan Nükleer Zirve'nin ardından Brezilya da katılarak İran'a IAEA'nin teklifini bir kez daha götürdüler. İran, Viyana Grup'un 2009'da yaptığı teklifi olan 1200 kg az zenginleştirilmiş uranyumu bir seferde Türkiye'ye vermeyi kabul etti. Bu adım nükleer müzakere süreçlerini yakınen takip eden uzmanlar tarafından oldukça ciddi bir adım olarak kabul gördü. Yapılan anlaşmaya ABD olumlu bir tepki vermek yerine İran'a yönelik ambargoyu hayata geçirmek için düğmeye bastı.
Neden ABD bu kadar hızlı davrandı?
Öncelikle, Obama'nın sağlık reformunu yaparken ülke içerisinde yürüttüğü çetin müzakere sürecinin bir benzerini İran konusunda da yürütmesi beklenirdi. Obama sağlık reformunu defalarca revize ederek Cumhuriyetçilerle orta yol bulmuştu. Benzer bir usulun uluslararası ilişkiler ve çatışma çözümleri için de geçerli olduğunu söylemeye gerek bile yok. Obama yönetimi diyalog ve müzakere kapılarını gereksiz yere kapatan bu yaklaşımı ile küresel dengesizliklerin yönetimine dair umut veren değil tahkim eden bir yaklaşım sergilemektedirler. Bu ise küresel anlamda adaletin bir kez daha zedelenmesi anlamına gelmektedir.
İran'ın anlaşmaya ikna edilmesi neden bu kadar küçümsendi?
Şunu görmek lazım, Türkiye ve Brezilya attıkları adımla sadece İran meselesine dair bir çaba sarf etmediler. Aynı zamanda, uluslararası kurumların içerisine düştüğü tıkanmışlığı ve soğuk savaş sonrası küresel bunalımı aşmaya yönelik bir kapı da açtılar. Yeni güçler dengesi, çok kutuplu dünya ve post-Amerika tartışmalarına fiili bir katkı sağladılar. Eğer yeni bir uluslar arası düzen kurulacaksa, iktisadi ve siyasi dengesizlikler dengesi haline dönüşen cari düzen reforme edilecekse İran diplomasisi önemli bir mihenk taşı olabilir. Komşularla sıfır problem presibine yaslanarak bölgesel bir düzen kurulması için çaba sarf eden Türkiye, hem Irak'ta yaşanan sürece hem İran krizine hem de İsrail'e dair somut bir yol haritası çıkarmış oldular. Türkiye'nin İran nükleer meselesinde elde ettiği diplomatik başarının bizi götürdüğü temel bir soru bulunmaktadır.
Nedir o?
Ortadoğu'da İran'ın nükleer silah edinmesi ihtimaline dair önemli adımı, İsrail'in var olan silahlarına dair uluslar arası kamuoyunun adımını izleyecek midir? Eğer bu sorunun cevabı olumsuz ise, bir barış havzası kurmanın imkansızlığını konuşmak da meşru olcaktır. İran uranyum takas ederken, Obama'nın neocon yaklaşımlarla demokrat yaklaşımları takas etmesini beklemek dünyanın en meşru beklentisidir.
BMGK'nin aldığı karar bu diyalog kapısının kapatır mı?
Kapatılmamalıdır. Böylesi bir adım sadece adaletli bir küresel düzen arayışına darbe vurmakla kalmayacak oldukça fiili sonuçlar doğuracaktır. Geçmişte ne İran'a ne Kuzey Kore'ye ne de Irak'a yönelik ambargo uygulamaları başarılı olmadı. Daha da önemlisi, Bush dönemi restorasyon sloganıyla iktidara gelen Obama, BM'de Bush'un bıraktığı yerde durarak nasıl bir reforma imza atacaktır? Türkiye, yürüttüğü yoğun diplomasi ile sadece İran'a uluslar arası kamuoyuna ulaşma imkanı sağlamadı, Obama'ya da yeni dönem iddialarını hayata geçirmek için altın değerinde bir fırsat sundu. Bu fırsatı değerlendirmenin riskleri, heba etmenin maliyeti karşısında tartışmaya bile değmeyecek kadar düşüktür.
Türkiye'nin "hayır" oyunun anlamı ne?
Türkiye Güvenlik Konseyinde Hayır oyu vererek dış politikada geçtiğimiz yıllarda sergilediği tutumun istikrarlı ve tutarlı olmasını sağlamıştır. İran'a ambargo kararı çıkmasının tek anlamı ABD'nin İsrail'in taleplerine yenilmesiyle alakalıdır. Bütün bu gelişmelerin bizi getirip bıraktığı yer "küresel dengesizlikler dengesinin" yapısal bir statükoya dönüşmesini tescil etmektedir. İran üzerinden küresel de facto nihai nükleer düzen inşa edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'den başka hiçbir aktörün açıkça dillendirmediği asıl stratejik kırılma noktası buradadır.
Ambargo kararının sonuçları ne olur?
Bu ambargo kararı, Bush dönemiyle beraber dördüncü ambargo kararıdır. İsrail lobisinin bir süre rahatlamasını sağlamıştır. O kadar.