SETA > Strateji Araştırmaları |
Erdoğan ın Körfez Turu ve Türkiye nin Merkezi Rolü

Erdoğan’ın Körfez Turu ve Türkiye’nin Merkezi Rolü

Körfez’de gelinen noktada taraflardan beklenen karşılıklı adımlar atarak krizi yumuşatmalarıdır. Bu açıdan Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a atfettiği rol önemli.

Bu hafta başında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, beraberindeki heyetle iki günlük bir Körfez ziyareti düzenledi. Ziyaret kapsamında Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar’a yönelik gerçekleşen ziyaretin Irak, Suriye ve terörle mücadele gibi bölgesel konularla ilgili çözüm yolları aramanın yanında iki temel amaca matuf olduğu söylenebilir. Birincisi Körfez krizinin çözümüne yönelik çaba sarf etmek; ikincisi ise Türkiye’nin özellikle son dönemde Körfez ülkeleriyle gelişen ilişkileri, güvenlik ve ekonomi alanlarında elde ettiği çıkarlarını korumaktır. Aslında bu iki hedef birbiri ile doğrudan ilintilidir ve krizin başından itibaren Türkiye bu hedeflere ulaşmak için oldukça tutarlı ve sonuç alıcı bir strateji izlemiştir. Bu durum Türkiye’nin yalnızca kriz anlarında oynayabileceği arabuluculuk rolüne değil; aynı zamanda bölgesel düzeyde sahip olduğu merkezi role de işaret etmektedir. Bu ziyaret, İsrail’in Mescid-i Aksa’yı ibadete kapattığı bir döneme denk gelmiş olması dolasıyla ayrıca önemlidir. İsrail’in, en büyük avantajının İslam dünyası içindeki ihtilafların olduğu düşünüldüğünde Türkiye’nin oynadığı arabulucu ve birleştirici rolün önemi daha da görünür hale gelmektedir.

KÖRFEZ KRİZİ VE TÜRKİYE

Katar ile diğer Körfez ülkeleri arasında başlayan siyasi kriz neredeyse iki ayını doldurdu. 5 Haziran’da Katar’a yaptırım kararlarının açıklanması ile gündeme oturan krizin şu ana kadar üç aşamadan geçtiği söylenebilir. Birincisi, 23 Mayıs ile 5 Haziran’a kadar geçen süre içinde krizin ısındığı ilk aşamadır. 23 Mayıs’ta Emir’e ait olduğu iddia edilen ve “İran’a yönelik düşmanca politikaların yanlış olduğuna” yönelik ifadeleri içeren ses kayıtlarının Katar Haber Ajansından yayınlanması bu krizin başlangıcıydı. Katar’ın bir siber saldırı altında olduğunu ve bu sözlerin gerçeği yansıtmadığına yönelik açıklamaları Suud ve müttefiklerini yatıştırmaya yetmedi.

5 Haziran’da Katar’a yönelik ağır suçlamaların eşliğinde bir yaptırım paketinin uygulamaya koymasıyla krizin ikinci aşamasına geçilmiş oldu. Bu yaptırımlar aslında savaş zamanı uygulanan ablukalardan farksızdı, çünkü alınan tedbirler yalnızca Katar yönetimine yönelik değildi, Katar vatandaşlarının günlük hayatını etkilemeye yönelik, temel gıda ve ilaçlara erişimini zorlaştıran bir niteliğe sahipti. Türkiye bu noktada devreye girmiş ve bir yandan ablukanın hafifletilmesi öte yandan krizin çözümü için çaba sarf etmiştir. Türkiye’den Katar’a yapılan acil gıda ve ilaç ihracatları ablukanın hafifletilmesinde oldukça kritik bir rol oynamıştır. Ayrıca kamuoyuna açıklanmış görüşmeler ve arka kapı diplomasisi ile kriz  yatıştırılmaya çalışılmıştır. Bu ihracatlar ve krize yönelik yapılan açıklamalar dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet krizin bir tarafı olmakla suçlandı. Katar’da kurulacak askeri üssün hem fiziksel hem de yasal düzlemdeki hazırlıklarının hızlı bir şekilde tamamlanarak Türkiye’den askeri personel, mühimmat ve malzeme taşınması ise Türkiye’nin krizin içine sürüklenmesi olarak yorumlandı. Halbuki Türkiye’nin bütün süreç boyunca takındığı tavır Katar’ın köşeye sıkışmışlık hissine kapılmasını önlemiş ve radikal bir pozisyona sürüklenmesinin önüne geçmiştir. Katar’ın bu olası tavrı krizin daha da tırmanmasından başka bir sonuç doğurmayacaktı. Ayrıca Suudi Arabistan ve müttefiklerinin ilk talep listesini oluşturan 13 maddenin içinde Katar’daki Türkiye askeri üssünün kapatılması talebi de yer alıyordu. Daha sonra altı maddeye düşürülen listenin içinde yer almaması, Türkiye’nin kriz sürecinde doğru bir strateji izlediğinin önemli bir göstergesidir.

Erdoğan’ın ziyareti sırasında ve sonrasında yapılan görüşmeler ve açıklamalardan elde edilen ipuçları, krizin üçüncü aşamaya mı gittiği, bir başka deyişle krizin yumuşama sürecine doğru mu evirildiği sorusunu gündeme getiriyor. Körfez turu kapsamındaki ülkeler, krizin muhatabı iki ülke ve arabulucu konumundaki Kuveyt’in olması başlı başına bir gösterge. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretin son durağı olan Doha’da Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad el Sani ile görüşmesinin ardından Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, görüşmeler sonucunda “Krizin müzakere ve diyalog yoluyla çözümü için mevcut girişimlerin devam ettirilmesi hususunda muhataplarıyla mutabık kalınmış olduğu” yönünde açıklamada bulundu. Ziyaret sonucunda düzenlediği basın toplantısında Erdoğan, güven ortamının özellikle uluslararası boyut söz konusu olduğunda daha zor olduğunu ve daha fazla zaman gerektirdiğini ifade etmiş fakat güven ikliminin yaratılmasında bu ziyaretin kritik bir role sahip olduğunu dile getirmiştir. Bu ifadeler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın krizin çözümü veya en azından gerginlik ortamının yumuşaması noktasında ümitli olduğuna işaret ediyor. Katar yönetiminin hem bu ziyaret boyunca yapılan görüşmeler hem de kriz sürecinin bütününde taşıdığı soğukkanlı tavır da dikkat çekici.

SUUD’A ATFEDİLEN ROL

Bu noktadan sonra taraflardan beklenen karşılıklı adımlar atarak krizi yumuşatmaktır. Bu süreç elbette ki kolay olmayacaktır. Erdoğan’ın bu açıdan Suudi Arabistan’a atfettiği rol önemli. Hem ülke bazında Suudi Arabistan’ı Körfez’in ağabeyi olarak nitelemesi hem de Kral Selman’dan bahsederken “hadimül harameyn el-şerifeyn” vurgusu yapması, Kral Selman’dan yana sahip olduğu beklentiyi gösteriyor. Dolayısıyla krizin temel aktörlerinden biri olan BAE’yi de ikna etmek ya da yatıştırmak Kral Selman’a düşüyor. İki ülke arasında İran konusundaki benzer tavır ve ittifakın derecesi düşünüldüğünde meselenin halli bu kadar kolay değil. Ancak Suudi Arabistan ve BAE arasında bu anlamda görüş farklılıklarının olabilme ihtimalini de dikkate almak gerekir. Geçtiğimiz hafta Amerikan basınına yansıyan haberler bu açıdan önemli. ABD’li istihbaratçılara dayandırılan haberlere göre BAE, Katar resmi medya ajansı QNA’ya siber saldırı düzenlenmesine ve dolayısıyla krizin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bu iddianın doğruluk derecesini bilmek mümkün olmasa da ilk bakışta krizin başında Katar’ın ilk savunmasını doğrulamakta ve BAE’yi savunma pozisyonuna çekmektedir. Yine İsrail Dışişleri Bakanlığının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarına karşı “Osmanlı dönemi bitti” şeklindeki kaba açıklamasının bir benzerinin BAE’den gelmesi dikkat çekici. Bu tavırlar BAE’yi açığa düşürecek niteliğe sahip olmakla kalmayıp, Suudi Arabistan’ın İslam dünyasındaki imajına gölge düşürme potansiyeline sahip. Bu örnekler çoğaldıkça Suudi Arabistan’ı BAE’nin yönlendirdiği gibi bir algı oluşmaktadır ki, bu durum Suud yönetimi açısından kabul edilebilir değil.

Mısır’da yaşanan darbe, Körfez ülkeleri arasındaki ayrışmanın somut krizlere dönüştüğü bir milat niteliğindeydi. Son üç yıllık serencamın ardından son krizle birlikte Körfez ülkeleri bir yol ayrımına geldi. Bu noktada gelenekselleşmiş anlamıyla bir Körfez ittifakından ya da işbirliğinden bahsetmek mümkün değil. Aksine bu ülkeler arasında bir güvensizlik atmosferi hakim. Bu krizden gerekli dersler alınmadığı takdirde, güvensizlik düşmanlığa dönüşebilir. Dahası bu atmosferin Katar karşısındaki koalisyonun içine sirayet etmesi de uzak bir ihtimal değil. Ayrıca ABD’nin ikircikli tavrının bu kriz sürecinde oynadığı rol göz önünde bulundurulmalı. Türkiye, ABD’nin aksine kendi çıkarlarını Körfez ülkelerinin işbirliği ekseninde görmekte ve buna göre hareket etmektedir. Dolayısıyla Türkiye açısından bakıldığında ise krizin başından itibaren takınılan tavrın hem krizi yatıştırma hem de çıkarlarını koruma hedefi ile geliştirildiği ve Erdoğan’ın Körfez turunun da bu amaçlara yönelik gerçekleştiği söylenebilir.

[Star Açık Görüş, 30 Temmuz 2017].