SETA > Yorum |

Derin Amerika Karar Verecek: Tamam mı? Devam mı?

Siyaset, liderlik, karakter, sınıf, din, korku, savaş... 4 Kasım 2008 günü yapılacak Amerikan başkanlık seçiminin sonuçlarını bütün bunların bileşkesinden doğan algılar ve tercihler belirleyecek.

Siyaset, liderlik, karakter, sınıf, din, korku, savaş... 4 Kasım 2008 günü yapılacak Amerikan başkanlık seçiminin sonuçlarını bütün bunların bileşkesinden doğan algılar ve tercihler belirleyecek.

Anketlerde, sokaklarda ve basında görünmeyen ‘derin Amerika’ yeni bir sürprizle Cumhuriyetçileri yeniden işbaşına getirebilir. Fakat seçimi Demokratlar kazansa bile Amerikan toplumunun sınıf çatışması farklı kulvarlarda, farklı manevralarla devam edecek.

AMERİKAN başkanlık seçimlerine üç haftadan az bir süre kaldı. 4 Kasım gününe kadar adaylar yandaş seçmenlerini motive etmek, ortada duran seçmeni de yanlarına çekmek için kıyasıya mücadele edecekler. Yarışın bu son kavşağında karşılıklı saldırılar giderek yoğunlaşacak. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler ellerindeki son kozları kullanacaklar. İki başkan adayı birbirlerini ehil olmamakla, ‘başkumandan’ vasfını taşımamakla suçlayacaklar. Enerjiden sosyal güvenliğe, dış politikadan eğitime, vergi indiriminden homoseksüellerin haklarına kadar değişik konularda pozisyonlarını açıklayacaklar.

Peki seçimlerin sonucunu ne ya da kim belirleyecek? Orwellian bir şüpheciliğe kapılmadan ‘ne’ ve ‘kim’ sorularını cevaplamaya çalışalım. Amerikan başkanlık seçimlerinin sonucunu, Amerikan toplumunun derinlerinde devam eden sınıf çatışması belirleyecek. Kim sorusunun cevabını ise, Amerikan orta sınıfının orta yerinde duran birey(ler)de aramamız gerekiyor. Nedir Amerikan sınıf çatışması ve kimdir bu orta sınıfın orta yerindeki adam? Bu soruları yanıtlamadan ne başkan adaylarının performansını anlamamız, ne Cumhuriyetçi başkan yardımcısı adayı Sarah Palin’in estirdiği rüzgarı izah etmemiz, ne de seçimin muhtemelen sonuçlarını tahmin etmemiz mümkün. Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Amerika’da da siyaset ‘konular’ değil, ‘sınıfsal aidiyetler’ üzerinden yürüyor. Bir siyasetçinin ekonomi, eğitim ya da sağlık reformu konularında izlediği politika, sadece yüzeydeki siyaseti ortaya koyar. Daha derinlerde bu politikaların hangi çıkar gruplarına hizmet ettiği ya da toplumun hangi kesimlerine fayda sağladığına bakılır. Bu noktada Amerikan toplumunun ve siyasetinin temel ayrımlarından biri çıkar karşımıza: popülizme karşı elitizm.

Siyaset ve sınıf

Cumhuriyetçiler kendilerini halka yakın duran parti anlamında ‘popülist’ yani halkçı olarak tanımlarken Demokratları elitist olmakla suçlarlar. Cumhuriyetçilerin savunduğu Amerikan halkçılığı, bu partinin sağ, muhafazakar ve dini kimliğine rağmen, yüksek ahlaki ya da metafizik ilkelere dayanmaz. Halkçılık, güçlüye karşı zayıfın, devlete karşı bireyin yanında durmayı ifade eder. Özellikle devletin temerküz ettiği büyük güce karşı Cumhuriyetçiler her zaman serbest piyasadan yanadırlar. Devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkarlar. Adam Smith’in ‘görünmez eli’nin, adeta Tanrısal bir misyonla piyasaya çeki düzen verdiğine inanırlar. Vergilerin azaltılmasından yanadırlar çünkü verginin devletin kasasına değil, ortalama vatandaşın cebine gitmesi gerektiğini savunurlar. Toplumsal ve ahlaki değerler konusunda WASP (yani Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan) bir Amerika hayalini her daim canlı tutarlar. Kilise temelli bir sosyal mobilizasyona sahiptirler ve özellikle Amerikan seçimlerinde bu kaynağı son derece etkin bir şekilde kullanırlar. Amerikanın ortalama Kilise mensuplarının seçimlerin sonuçlarını belirlemesi için her tür imkanı kullanırlar. Yüksek eğitim almamış, aksanından nereli olduğu hemen tahmin edilen, orta sınıf gelir düzeyine sahip Joe’ların ve Liz’lerin partisi olarak oy isterler. Buna karşılık Demokratları elit ve elitist olmakla suçlarlar. Aldıkları eğitim, ilgilendikleri konular, ‘ilerici değerleri’ yüzünden Demokratların halkla kaynaşmasının mümkün olmadığını söylerler. Kırsal kesimden değil büyük şehirlerden gelen Demokratların iyi eğitim almış olması, (Obama örneği) hitabetinin güçlü olması, uluslararası ilişkilerden ve dünya olaylarını bilmesi, ekonomiyi rakamlarla (tıpkı bir uzman gibi) konuşabilmesi... Bütün bunlar Demokratların elitizmini teyid eden zaaflar ve kusurlar olarak takdim edilir. Karakter özelliklerinin yanı sıra temel siyasi konularda da Cumhuriyetçiler Demokratları elitist ve halk karşıtı olmakla suçlarlar. Devletin ekonomiye müdahalesini, orta sınıfın çıkarlarını zedeleyen, devleti bireyin önüne koyan bir yaklaşım olarak takdim ederler. Oysa tablo bunun tam tersi. Özellikle ekonomi politikalarında Cumhuriyetçiler her zaman büyük sermaye yanlısı olmuş, devletin ekonomiye müdahalesine de bu sınıfsal güdüyle karşı çıkmıştır. İnsaflı olmak gerekirse büyük sermayeye ve vahşi kapitalizme karşı orta sınıfı ve küçük esnafı korumak isteyen politikaları genellikle Demokratlar savunurlar ama onların bu alanda ne kadar başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusu.

Cumhuriyetçi Başkan adayı John McCain, başkan yardımcısı adayı olarak Alaska Valisi Sarah Palin’i ilan ettiğinde siyasi gözlemciler bunun bir şaka olup olmadığını sordular. Amerikan siyasetinde hiçbir varlık göstermemiş, hiçbir siyasi tecrübesi ve becerisi olmayan, kimsenin adını bile duymadığı, üstelik Alaska gibi kıyıda köşede kalmış bir eyaletin valisi bir kadın Cumhuriyetçilerin seçim kampanyasına ne katabilirdi? Demokratlara yakın liberal siyasi yorumcuların ve gazetecilerin bıyık altından gülmesi dışında ne katkı sağlayabilirdi? Böyle düşünenler kısa sürede yanıldıklarını anladılar.

Yoksa bir şaka mı?

Eğitimli kesimlerin beklentisinin tersine Sarah Palin McCain kampanyasını bir anda büyük bir ivme kazandırdı. Yaptığı gaflar komedi programlarına konu oldu ama bu bile onun popülaritesini arttırdı. Cumhuriyetçiler akıllıca bir propagandayla Sarah Palin’e yönelik saldırıların da Amerikan medyasının Amerikan orta sınıfının orta yerinde duran adama karşı önyargılı olduğunu teyit ettiğini söylediler.

Palin’in ilk günlerdeki rüzgarı şu anda dinmiş görünüyor. Amerikan finans krizi en kritik anda Obama’nın imdadına yetişti. Fakat hala seçimin sonucunu belirleyecek bir Amerikan orta sınıfı var ve bu sınıf Obama’dan ve Demokratlar çok Sarah Palin profilinde bir siyasetçiye kulak kabartıyor. Sandık başında bu seçmenin belirleyici olacağını herkes biliyor. O yüzden medyadaki ve anketlerdeki üstünlüklerine rağmen Demokratlar gece rahat uyuyamıyorlar. Zira bu seçimleri çantada keklik görmek gibi bir lüksleri yok. Kıdemli bir Washington Post muhabirinin yüzündeki endişe ifadesini anlamak zor değil: 4 Kasım günü sandık başına gidecek ‘derin Amerika’ (yani Cumhuriyetçilerin mobilize ettiği, ideolojik olarak yönlendirdiği ve fiilen sandık başına getirdiği seçmenler), seçim sonuçlarını belirleyecek ve hiç beklenmedik bir sürprizle karşılaşmamız işten bile olmayacak.

Neden? Sarah Palin’in cazibesi nereden geliyor? Bunun ana sebebini Amerikan orta sınıfının temel özelliklerinde aramak gerekiyor. Karl Marx’ın kapitalizmle ilgili en büyük yanılgılarından biri, sınıfsal kimliklerin ve çatışmaların tamamen ve külliyen iktisadi ilişkiler ve gelir seviyesi tarafından belirlendiğine inanmasıydı. Belki Marx’ı mazur görebiliriz zira Marx’ın müşahede ettiği 19. yüzyıl kapitalizmi basit, tek boyutlu, emek sömürüsüne dayalı, ihata edilmesi kolay bir üretim sistemiydi. O kapitalizmin ürettiği sınıfları tespit ve tefrik etmek de kısmen kolaydı. Bugün Amerikanın temsil ettiği ileri kapitalizm bu tür yalınkat tahlillere imkan vermiyor. Üretim ilişkileri, tüketim alışkanlıkları ve sınıf kimlikleri son derece karmaşık hale gelmiş durumda. Orta sınıfın altındaki bir işçiyle, milyoner ya da milyarder patronu aynı değerler sisteminde buluşabiliyor, aynı futbol takımını destekleyebiliyor, aynı partiye oy verebiliyor. Sarah Palin fenomeni tam da bu gerçekliğe tekabül ettiği için pek çok analistin kafasını karıştırıyor.

Dünyadan bihaber

Pek çok Cumhuriyetçi yoldaşı gibi Sarah Palin de Amerikan orta sınıfının orta yerinde duran adamların ve kadınların kendilerini özdeşleştirebildiği bir tipi temsil ediyor. Alaska valisi ve yer yer ‘argo’ diliyle (yani elitist olmayan bir dille) konuşan Palin’i bağırlarına basıyorlar çünkü onda kendilerini görüyorlar. Tıpkı kendileri gibi Palin de dünyadaki olaylardan habersiz; fildişi kulesi bir üniversiteden mezun olmamış; yabancı dil bilmiyor (hangi Amerikan başkanı biliyor ki?!), ekonomiden fazla anlamıyor; karmaşık politik konuları kavrayamıyor, Washington tecrübesi yok ve bununlar gurur duyuyor (Fakat McCain’in 26 yıldır bir Washington’lu oldugu gerçeğini izah edemiyor)... Bize zaaf gibi görünen bütün bu özellikler, Cumhuriyetçilerin ustalıklı manevralarıyla erdeme dönüştürülüyor. ‘Kafkas krizini en iyi ben çözerim, Rusya’yı en iyi ben anlarım çünkü Rusya’yı Alaska’dan görebiliyorum’ diyen Sarah Palin, bu bilgi düzeyiyle üniversite giriş sınavından dahi geçemeyecekken, başkan yardımcılığına aday gösteriliyor.

Cumhuriyetçi Parti’nin mobilize ettiği ve Sarah Palin’le hareket geçirdiği bir derin kitle daha var ve asıl tehlikeli kitleyi onlar temsil ediyor: Evangelist Hıristiyanlar.

Evangelist kitle

Son iki Başkanlık seçiminde Cumhuriyetçilerin en etkili manevrası bu kitleyi harekete geçirmekti. Seçim stratejisti ve Bush’un danışmanlarından Karl Rove, ortalama Kilise mensubu Amerikalıları harekete geçirmeden seçim kazanmanın mümkün olmadığını söylemişti. 2008 seçimlerinde de aynı taktik uygulanıyor. Cumhuriyetçi ve ya değil bu kitleye mensup Amerikalılar tek tek ziyaret ediliyor. Onlara bu seçimlerin Amerika için bir varlık-yokluk meselesi olduğu anlatılıyor. Korku siyaseti, değişik taktiklerle gündemde tutuluyor. 11 Eylül sonrası Amerika’nın eski Amerika olmadığı, Amerikanın geleceğini iyi konuşma yapabilen ve bir zamanlar Müslüman olduğu söylenen ya da bilinen bir Zencinin değil, savunma ve terörle mücadele konusunda tavizsiz ve kararlı bir başkanın kurtaracağı anlatılıyor.

Bunun en son örneği, ‘Obsession’ adlı bir propaganda filmi. ‘İslami terörizme’ karşı mücadelenin Amerika için bir hayat-memat meselesi olduğunu anlatan film, tahmin edebileceğiniz ideolojik salvolarla dolu bir propaganda filmi. Film, orta ve güney Amerikan eyaletlerindeki yerel gazeteler aracılığıyla dağıtıldı ve şu ana kadar bu filmin 28 milyon (evet tam yirmi sekiz milyon) nüshasının dağıtıldığı tahmin ediliyor. Cumhuriyetçiler filmin kendileriyle bir ilgisinin olduğunu inkar ediyorlar. Oysa filmin yapımcısı ve yönetmeni, Cumhuriyetçi partiye ve İsrail’e yakınlığıyla bilinen isimler. Başkanlık seçimlerinden tam 1 ay önce dağıtılan filmin güya seçim sonuçlarını etkilemek gibi bir amacı yok. Film, Amerikalılara terörüm ne menem bir bela olduğunu anlatıyor. Fakat filmin bir yerinde ‘bu filmi izledikten sonra Kasım (seçimlerinde) en doğru tercihi yapacağınızdan emin olun’ deniyor. Yani korku siyasetinin teslim aldığı kitlelere kesimlere açık-seçik bir mesaj veriliyor.

Siyaset, liderlik, karakter, sınıf, din, korku, savaş... 4 Kasım 2008 günü yapılacak Amerikan Başkanlık seçiminin sonuçlarını bütün bunların bileşkesinden doğan algılar ve tercihler belirleyecek. Anketlerde, sokaklarda ve basında görünmeyen ‘derin Amerika’ yeni bir sürprizle Cumhuriyetçileri yeniden işbaşına getirebilir. Fakat seçimi Demokratlar kazansa bile Amerikan toplumunun sınıf çatışması farklı kulvarlarda, farklı manevralarla devam edecek.

Açık Görüş - 12 Ekim 2008 Pazar http://www.stargazete.com/acikgorus/derin-amerika-karar-verecek-tamam-mi-devam-mi-135595.htm