Üniversite giriş sisteminde değişiklik yapılacağı yönündeki haberleri değerlendirmeye başlamıştık. Zira haberlerde tartışmayı hak eden birçok husus var. Kaldığımız yerden devam edelim: Söz konusu haberlere göre, üniversiteler üç gruba ayrılacak ve her bir gruptaki üniversitelerin öğrenci seçme ölçütleri farklı olacak. Örneğin, bir grup üniversiteler, merkezi sınavların yanı sıra öğrencilerin sosyal-kültürel-sportif becerilerini de değerlendirmeye alacak ve isterlerse kendi sözlü ve yazılı sınavlarını yapabilecek. Diğer grup üniversiteler ise merkezi sınavlara göre değerlendirme yapıp isterlerse mülakat yapacaklar. Bir diğer grup ise doğrudan lise not ortalamalarına göre öğrenci alabilecek.
ÜNİVERSİTELERİ GRUPLANDIRMAK
Üniversiteleri giriş veya başka bir hususta gruplandırmanın gerekçelerinin neler olduğunu bilmiyoruz. Bu sistemi ortaya atanların gerekçelerini öğrenirsek, daha kesin bir değerlendirme yapmamız mümkün olur. Bununla birlikte, şunu çok açıkça ifade etmek mümkündür: Türkiye’de sadece bir grup üniversitenin kendi öğrencisini kendisinin seçmesinden bahsedeceksek, bazı üniversitelere bu ayrıcalığı tanıyıp diğerlerine tanımamak, başlı başına tartışmalı bir şey olacaktır. (Burada sadece devlet üniversitelerini düşünerek yazıyorum çünkü vakıf üniversitelerine ve ileride gelmesi muhtemel özel üniversitelere öğrenci seçimi konusu biraz farklı değerlendirmeye açık.)
Yıllardır bulunduğum ortamlarda, mevcut giriş sisteminin merkeziyetçiliğinden şikâyet eden bir takım seçkinciler, ODTÜ, Boğaziçi ve İTÜ gibi köklü üniversitelerin kendi öğrencisini kendisinin seçebileceğini savunurlar. Bir başka ifadeyle, daha genç ve yeni kurulmuş üniversitelerin kendi öğrencisini kendisini seçemeyeceğini ama daha köklü ve kurumsallaşmış olanların kendi öğrencisini seçebileceğini savunurlar. Benim de bu yaklaşıma iki köklü itirazım var: Birincisi, üniversitelere sırf kuruluş yıllarına ve bulundukları şehirlere göre göre bir takım ayrıcalıklar sunmak ya da sunmamak, makul olmayan bir yaklaşım. Nihayetinde oldukça yeni ve genç olduğu halde, eğitim niteliği köklü üniversitelerle yarışan birçok yükseköğretim kurumu var. Dolayısıyla, üniversiteleri bir takım geleneksel yargılar ve önyargılar temelinde ayrıştırmak doğru olmaz. Öte yandan, üniversitelerin belli ölçütler üzerinden YÖK, Kalkınma Bakanlığı, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı veya doğrudan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından gruplandırılması, pekâlâ mümkündür. Ancak gruplandırmanın gerekçelerinin toplumsal meşruiyete sahip olması gereklidir.
İkincisi, diyelim ki, bazı üniversitelere kendi öğrencisini seçme hakkı verildi. O zaman, arz ve talep açısından değerlendirildiğinde, kendi öğrencisini kendisi seçme ayrıcalığı verilecek kurumlar, talebin çok yüksek olduğu ODTÜ ve Boğaziçi gibi üniversiteler değil, en düşük kalkınma düzeyine sahip olduğundan öğrenci bulmakta zorlanan Muş ve Hakkâri gibi illerdeki üniversiteler olabilir! Çünkü üniversiteye girişteki yarış zaten belli üniversite ve bu üniversitelerin programlarında söz konusu. Zaten bu yarış ve talep dolayısıyla merkezi giriş sistemi ortaya çıktı.
Yani, bazı seçkincilerin iddialarının tam tersine, merkezi üniversite giriş sistemini sürdürmenin en anlamlı olduğu üniversiteler, Cumhuriyet tarihi boyunca vatandaşın çok çok az bir kesimine hizmet sunan, seçkinci bir yükseköğretim sistemindeki üniversite yokluğunda zaten doğal olarak avantajlı olan ve bu avantajlarını bugüne kadar sürdüren üniversiteler ve programlarıdır.
AYRICALIK TANIMA
Başa dönersek, önerim çok açık sanıyorum: Şayet bazı üniversitelere kendi öğrencisini seçme gibi bir ayrıcalık tanıyacaksak, bu ayrıcalığı zaten her yönüyle avantajlı olan üniversitelere değil, daha dezavantajlı üniversitelere tanımakla işe başlayabiliriz. Toplumsal talep ve meşruiyet açısından bu daha makul olur. Ancak, böyle bir şeye gerek olup olmadığı veya böyle bir şeyin ne tür riskleri olduğu ise, ayrı bir tartışma konusu.
[Star, 30 Nisan 2014]