Türkiye’de başkanlık sistemi tartışması teknik bir yönetim sorunu olarak ele alınamaz. Ülkede yaşanan iktidar mücadelesinin bir parçası olarak okunmalıdır. Bunun en temel nedeni, başkanlık ve parlamenter yönetim sistemlerinin her birisinin ülkede sert bir şekilde cereyan eden iktidar mücadelesinde belli siyasi aktörlere daha avantajlı yapısal şartlar sunacak olmasıdır. Açımlayacak olursak, Türkiye şartlarında başkanlık sistemi siyasi iradeyi tek bir noktada toplayarak siyaset kurumunu ve halk kitlelerini görece avantajlı konuma getirirken, parlamenter sistem siyasi iradeyi parçalayarak bürokrasi ve ekonomi gibi siyaset dışı aktörleri ve toplumun ayrıcalıklı kesimlerini daha etkin hale getirmektedir. Siyaseti başat konuma getirmek isteyen başkanlık sistemi taraftarları ulusal, bölgesel ve küresel düzlemde Türkiye ve bölge halkları lehine değişim isteyen reformist bir siyasi vizyonu hayata geçirmek istemektedir. Siyaseti belli ölçüde pasifize etmek isteyen parlamenter sistem destekçileri ise ulusal, bölgesel ve küresel düzlemlerde mevcut düzeninin devamından yana irade koymaktadır. Dolayısıyla, başkanlık ve parlamenter sistem tartışması ülkede ve uluslararası alanda değişim ile statüko yanlıları arasında bir mücadele dikkate alındığında anlamlı hale gelmektedir. Başkanlık tartışmasının bu yönü dikkate alındığında ancak belli meseleler anlaşılabilir hale gelmektedir. Örneğin, başkanlığa muhalefet edenler başkanlık sisteminin ülkede bölünmeyi körükleyeceğini iddia etmektedir. Buna gerekçe olarak başkanlık ile yönetilen ülkelerin aynı zamanda federatif devlet yapısına sahip olmaları örnek gösterilmektedir. Yani bir yönetim sistemi olarak başkanlığın zorunlu olarak federatif bir devlet yapısı öngördüğü iddia edilmektedir. Ancak yönetim sistemi ile devlet yapısı gibi iki farklı mesele arasındaki bu ilişkiye dair teknik bir argümana rastlamak pek mümkün değildir. Bunun pek de şaşırtıcı olmadığını söylememiz gerekir. Keza “teknik” bir mesele olarak ele alındığında böyle bir bağın kurulması pek mümkün değildir. Bu da bu iddianın kamuoyunu etkilemeye yönelik “siyasi” bir argüman olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Bir diğer iddia ise, başkanlık sisteminin parlamentoyu ortadan kaldıracağı iddiasıdır. Başka bir ifadeyle, her ne kadar absürd olsa da, başkanlık sisteminde parlamentonun olmadığı iddia edilmektedir. Oysa başkanlık sisteminin dünyadaki tüm uygulamaları göstermektedir ki bu sistem güçler ayrılığı esasına dayanan, yani yasama, yürütme ve yargı arasında bir ayrışma ve denge öngören demokratik bir yönetim sistemidir. Daha açık bir ifadeyle, başkanlık sisteminde yasama erki vardır ve yasama erki rolü parlamento tarafından icra edilir. Bu iddiayı ortaya atanların bu basit teknik bilgiyi bilmeme ihtimali bulunmamaktadır. Ancak yine kamuoyunda başkanlığa karşı bir kanaat oluşturmak için başkanlık sistemine dair teknik herhangi bir bilgiye dayanmayan böylesi uçuk bir iddia dolaşıma sokulmaktadır. Bir başka iddia ise başkanlığın tek adamlık ve otoriterlik anlamına geldiği iddiasıdır. Bu iddianın iki dayanak noktası bulunmaktadır. Birincisi, başkanlık sistemi “hukukun üstünlüğü” ilkesini barındırmayan bir yönetim sistemidir. Oysa başkanlık sistemi de parlamenter sistem de siyasi iradenin hukukla sınırlandırıldığı yönetim sistemleridir. Bu durum, başkanlık eşittir tek adam yönetimi ya da otoriterlik gibi indirgemeci yaklaşımları çürütür. İkinci dayanak noktası ise, başkanlık sisteminin güç temerküzüne olanak sağlayarak otoriterleşmeyi tetikleyeceği meselesidir. Bu iddia, gücün otomatik olarak kötüye kullanılacağını dile getiren liberal bir önyargıya dayanmaktadır. Buna göre, güç insanı ve düzeni bozar, mutlak güç ise mutlak bir şekilde bozar. Ancak başkanlık sistemi, yukarıda da belirtildiği gibi güçler ayrılığı ilkesine göre şekillenen bir sistemdir. Daha da ötesi yasama, yürütme ve yargı arasında parlamenter sisteme göre çok daha keskin bir ayrışma gözetir ve denge ve denetleme mekanizmaları bulunur.
GÜÇ VE DEMOKRATİKLEŞME
Gücü mutlak olarak kötü gören bu yaklaşımın gözden kaçırdığı bir başka nokta ise gücün demokratikleşme için oynadığı pozitif roldür. Günümüzün Türkiye şartlarında siyasi iradenin güçlenmesi ülkede toplumun büyük bir kesiminin önünün açılması, ekonomik ve kültürel yönden toplumun ayrıcalıklı kesimleri karşısında güçlenmesi anlamına gelecektir. Bu sürecin sağlayacağı sosyolojik eşitlenme ise, ülkede gerçek anlamda demokratik bir düzenin inşası için reel bir zemin sunmaktadır. Gerçekten de demokrasinin gelişmesi orta sınıfın genişlemesi ve toplumsal gruplar arasında güç dengesinin sağlanmasına dayanmaktadır. Dünyadaki mevcut örneklerine bakıldığında, demokrasinin ancak orta sınıfın geniş olduğu ve zengin-fakir ayrışmasının görece daha tolere edilebilir bir noktada olduğu toplumsal düzenlerde gerçek anlamda sağlanabildiği görülmektedir.Yine, başkanlık sisteminin istikrarsızlık üretme potansiyelinin olduğu iddiaları gündeme getirilmektedir. İstikrarsızlık argümanı iki şekilde ortaya konulmaktadır. İlk olarak, yürütme ile yasamaya farklı siyasi görüşlerin hakim olmasının bazı konularda -mesela bütçe yapımı gibi- bu iki erki karşı karşıya getireceği ve sistemi tıkayacağıdır. Siyasi tıkanmanın da ülkede genel olarak bir istikrarsızlık yaratacağı iddia edilmektedir. Başkanlık sisteminin böyle bir handikapı bulunduğu inkar edilemez, lakin bunun karşısına parlamenter sistem tercihini koymak biraz tarafgir bir davranıştır. Keza parlamenter sistem de koalisyonlar ve zayıf bir yürütmenin varlığı gibi nedenlerle, hem de çok daha muhtemel olarak, tıkanabilir ve istikrarsızlığa yol açabilir.
İkinci argüman ise, başkanlık sistemi kazananın her şeyi aldığı bir sistem olması nedeniyle kaybedenlerin siyaset-dışı yollara başvurarak istikrarsızlığa yol açacağı iddiasıdır. Gerçekten de başkanlık sistemi koalisyon ve hükümetin güvensizlik oyu ile düşürülmesi gibi ihtimalleri devre dışı bırakarak kazananı ve kaybedeni net bir şekilde ortaya koyar. Ancak başkanlık sistemi, demokratik ve barışçıl bir iktidar değişimine karşı olan bir sistem değildir. Bir sonraki seçimlerde kaybedenlerin tekrardan kazanma ve iktidarı alma şansı açıktır. İkincisi, yasama organı içerisinde kaybedenlerin çeşitli ittifaklar kurarak ve doğru adımlar atarak hükümeti sıkıştırması ve belli ölçüde iktidar devşirmesi de ihtimal dahilindedir. Bunlara ek olarak başkanlığın dinci-gerici bir sultanlık olduğunu iddia eden temelsiz ve dar kafalı ideolojik eleştirilerden de bahsedilebilir. Yukarıda belli noktalarda teknik argümanlar arkasına saklanan eleştirilerdeki siyasi pozisyon alışların burada artık açık bir şekilde ortaya serildiği görülmektedir. Gerçekten de Türkiye siyasetinin temel fay hattı, ekonomik ve kültürel olarak geniş ve dezavantajlı milliyetçi-muhafazakar kesimler ile ayrıcalıklı laik-milliyetçi kesimler arasındaki mücadelede şekillenmektedir. Bu tarihi-yapısal cepheleşmenin elbette bölgesel ve küresel boyutları da söz konusudur. Laik-milliyetçi kesimlerin bölgedeki statükocu güçlerle kader birliği içerisinde olduğu ve Batı-merkezli küresel güç dengesinin bozulmamasına itina gösterdiği aşikardır.
NASIL BİR BAŞKANLIK OLMALI?
AK Parti’nin yeni anayasa için hazırladığı iki alternatif paket içinde en fazla merak edilen husus nasıl bir başkanlık sistemi öngörüldüğüdür. Kamuoyunda yavaştan şekillenmekte olan tartışmalara baktığımızda iki jenerik başkanlık modelinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu modelleri sağ ve sol modeller olarak adlandırmak mümkün. Sol model, ülkenin temel sorununun özgürlük ve farklılık olduğunu ve başkanlığın bu sorun temelinde şekillenmesi gerektiğini dillendirenler tarafından savunulmaktadır. Sağ model ise, ülkenin asıl sorununun güç ve kalkınma olduğu ve başkanlığın bu meseleler etrafında şekillenmesi gerektiğini ileri sürenler tarafından desteklenmektedir. Hem sağ hem de sol model, Türkiye’de devlet-toplum etkileşiminin doğru bir şekilde yaşanmadığını kabul etmekte ve yönetim sistemi değişimi meselesini bu mesele üzerinde temellendirmektedir. Devlet aklı ile millet iradesi arasındaki temel çelişkilerin devletin toplumu baskılamasına neden olduğu ve bunun da özgürlük sorunlarına yol açtığı inkar edilemez. Aynı şekilde, devlet-toplum yabancılaşmasının toplumsal enerjinin pozitif bir şekilde ülke kalkınması için kullanılamamasına ve iç çatışmalarla heba edilmesine neden olduğu ve bunun da geri kalmışlık sorununa yol açtığı bir gerçektir. Bu tespitler doğrultusunda sol modeli savunanlar, erkler arası ilişkilerde yasama ve yargıya yürütme karşısında daha etkin bir pozisyon sunan bir başkanlık modeline sıcak bakmaktadır. Dolayısıyla sol modelin siyasi iradeyi parlamenter sistemdekine benzer şekilde parçalamaya eğilim gösteren bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir. Bu model ayrıca, erkler arasında fren ve dengeyi daha fazla ön plana çıkarmaktadır. Amerikan modeli buna iyi bir örnektir. Sağ model ise, yasama ve yürütme karşısında yürütmeyi daha etkin bir konuma yerleştiren ve yetkilerle donatan bir özellik göstermektedir.1Sağ model denge ve denetleme mekanizmalarını göz ardı etmeksizin olabildiğince siyasi iradeyi birleştirmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla bu model, erkler arasında ayrışmadan daha çok uyumu ön planda tutmaktadır. Fransız modeli buna örnek olarak verilebilir. Kısaca, sol model toplumsal özgürlük ve farklılaşmaya, sağ model ise toplumsal özdeşim ve istikrara ağırlık vermektedir.
NEGATİF ÖZGÜRLÜK VE SOL
Ancak her iki modelin de kendine has problemleri bulunmaktadır. Sol modelin problemi, devlet-toplum etkileşiminin neden olduğu özgürlük sorununu yanlış yorumlama noktasında düğümlenmektedir. Bireyi her türlü dış müdahaleye karşı koruyan negatif özgürlük anlayışında temellenen sol model, toplumsal farklılaşmaya verdiği önemle ülkede toplumsal parçalanmanın olduğu gibi devam etmesine ve belki de daha ileri bir düzeye taşınmasına yol açabilir. Oysa özgürlük bireysel farklılaşma, atomizasyon ve serbestiyet olarak değil, toplumsal bütünlükle kurulan bir kimlik ve özdeşlik ilişkisi olarak da ele alınabilir. Bu da toplumsal ayrışmayı körükleyen parti siyaseti ve parlamentoyu ön planda tutan bir modelin değil, toplumsal birliği öne çıkaran yürütmenin etkin olduğu bir modelin uygulanmasını gerektirmektedir. Başka bir ifadeyle, günümüzde Türkiye’de toplumun birliğe kanalize edilmeye ve ülkede siyasi zeminin buna hizmet edecek şekilde dizayn edilmesine ihtiyaç vardır. Keza kısa vadede, toplumsal grupların reelpolitik ve ideolojik mücadele yerine rasyonel tartışma ve müzakereye ağırlık vereceğine dair emareler bulunmamaktadır. Sağ modelin sorunu ise, devlet-toplum arasındaki etkileşim problemini ağırlıklı olarak güç ve kalkınma gibi teknik ve prosedürel bir ekonomi sorununa indirgemesidir. “Güçlü Türkiye” söylemi, siyasetin insana bir “yurt” sunma gibi varoluşsal bir işlevi olduğu gerçeğini yeterince dikkate almamaktadır. Sağ modelde devlet nerdeyse ekonomik rekabete giren kapitalist bir firma düzeyinde tahayyül edilmektedir. Mevcut siyasi ihtiyaçlar göz önüne alındığında her ne kadar yürütmenin etkin tutulması doğru bir tercih olsa da, bunun toplumda eşitliği ve özgürlüğü aynı anda gerçekleştirme iddiası taşıyan siyasi bir zeminde temellenmesi ve derinlik kazanması gerekmektedir. Ancak bu şekilde toplumun tamamına ya da önemli bir kesimine hitap edebilir konuma gelecektir. Sonuç olarak, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin geçtiğimiz haftalardaki başkanlık çıkışının ardından yönetim sisteminde bir değişimin kaçınılmaz olduğu çok daha somut bir hal almış oldu. Bu durum, “Başkanlığa gerek var mı?” sorusunun yerini zaten bir süredir mayalanmakta olan “Nasıl bir başkanlık olmalı?” sorusuna bırakmaktadır. AK Parti’nin masada tuttuğu modelleri kamuoyuyla paylaşmasının ardından bu soru çok daha etkili bir şekilde gündeme gelecektir. Muhalefetin yukarıda üzerinde durduğumuz temelsiz başkanlık eleştirilerinin de gündemden düşmeyeceğini ancak kamuoyunda model tartışmalarıyla birlikte etkisini görece yitireceğini söyleyebiliriz.[Star Açık Görüş, 6 Kasım 2016].