Küresel iletişimde bir devrin açılmasına imza atan ABD’li mucit Samuel Morse’un hikâyesi, birçok buluşçudan farklı. Zira Morse, esas itibariyle profesyonel bir ressam ve müspet bilimlerle başladığı bir kariyeri yok. Dolayısıyla insan, portrelerden telgrafa uzanan bu ilginç öyküyü merak ediyor. Bugünkü konumuza, buyurun, bu hikâyeyle giriş yapalım.
Morse, 1825 yılında görev icabı bir portre çizmek için Washington’a gider. İşte bu ziyaret sırasında, New Haven’dan kim bilir ne sürede varmış olan zamanın atlı postası, Morse’a kötü haber getirir. Eşinin ağır hasta olduğunu bildiren mektubu okuyan Morse hemen yola koyulsa da, eşine ancak mezarının başında seslenebilir.
Bu acı tecrübeden sonra Morse, kafasını, acil durumlar için insanların daha hızlı bir haberleşme sistemine kavuşması düşüncesine yorar. Bu bağlamda 1830’larda kendini elektromıknatısa adayan Morse, sonunda elektromıknatısla çalışan bir telgraf geliştirir.
Gelin görün ki; mucidin buluşunu kabul ettirme çalışmaları, bir takım sıkıntılar nedeniyle, memleketinde boşa çıkar. Bunun üzerine, bazı aracılar Morse’un aklına, Osmanlı Sarayı’na haber salmayı koyar.
ABDÜLMECİT’TEN NİŞAN VE BERAT
Girişimler sonucu icat, bir profesör aracılığıyla padişah Abdülmecid’e tanıtılır. Padişah, saray odaları arasında teste tabi tuttuğu telgrafın, ordu için büyük öneme sahip olacağı düşüncesiyle heyecanlanır.
Ve Osmanlı’nın dünyanın en büyük telgraf ağlarıyla donatılmasına ön ayak olacak bu buluş, elbette karşılıksız bırakılmaz. İcattan çok etkilenen padişah, Morse’a, elmaslı bir nişan-ı iftihar ile tebrik mektubu iletir. Morse’un resimlerini Google’larsanız, yakasında taşıdığı bu madalyayı görebilirsiniz.
Şimdi işin daha da ilginç yanına geleyim. Kayıtlar gösteriyor ki; nişana ek olarak padişah, Morse’a bir de berat gönderir. İşte bu berat, kayıtlara göre; Morse’un telgraf icadına dünyada verilen ilk patenttir. Dolayısıyla, Morse’un, buluşunu yaymasında kritik rol oynayan ilk patent, 1847’de eski Beylerbeyi Sarayı’nda Abdülmecid tarafından verilmiştir.
Bu örnekten de anladığımız üzere, ülkemizde marka ve patent uygulamaları ta Osmanlı’dan bu yana var. Markalarla ilgili düzenlemeyi yapan 1871 tarihli Alamet-i Farika Nizamnamesi’nin, dünyanın ilk marka kanunlarından olduğunu biliyor muydunuz? Hatta Osmanlı’da ilk marka, bugün hala adını duyunca mutlu olduğumuz Hacı Bekir’dir.
Ülkemizdeki fikri mülkiyet haklarının, Osmanlı dönemine dayandığını gösteren ve nice detayları olan bu hikâyelerin tadına doyum olmaz ancak şimdi olayı bugüne bağlayalım.
TEKNOLOJİYİ DEĞERE DÖNÜŞTÜRMEK
Bugün kalkınma hedeflerimizi sürekli konuşuyoruz ve büyüme için teknoloji, teknoloji için Ar-Ge ve inovasyon diyoruz. Ancak ifade etmek gerekir ki; bu zincirin başarısı, üretilen Ar-Ge ve inovasyonun ekonomik değere dönüşmesinde yatıyor.
İşte bu noktada kritik önem kazanan ticarileştirme konusu da, bizi fikri ve sınai haklar mülkiyeti mevzusuna getiriyor. Zira patent, marka ve endüstriyel tasarım gibi kategorilerden oluşan bu haklar, değere dönüştürme sürecinin sacayaklarından.
Hal böyle olunca, küresel rekabetin elzem öğelerinden fikri mülkiyet haklarındaki konumumuzu anlamamız da şart oluyor. Geçtiğimiz Aralık ayında yayınlanan Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) 2014 Raporu, bize bu konuda bir fikir veriyor. O halde göstergelere, hızlıca bakalım.
DÜNYA ÜÇÜNCÜSÜ OLDUK
Önce güzel haber: 2013 istatistiklerini veren rapora göre; endüstriyel tasarım başvuru artışında, %10,3’lük oranla, Ukrayna ve İran’dan sonra dünya 3.'sü olduk. Sayı olarak ise, dünyanın en çok başvuru yapan 4. ofisiyiz. Keza marka konusunda da, yine başvuru sayısında 5. sıradayız. Oldukça sevindirici...
Öte yandan, teknolojik buluşlar açısından büyük önem taşıyan patente gelince, 17. sıradayız. 2013’te dünyada patent başvuruları %9 artışla 2,57 milyona ulaşmış durumda. Son yıllarda hızla tırmanan trendin öncüleri Çin ve ABD iken, Türkiye ise resmin bütününde hala zayıf.
Ayrıca, pastadaki pay yüksek gelirli ülkelerin lehine ancak gelişen dünyaya doğru bir kayma da gözleniyor. Hindistan, Brezilya ve İran da, önümüzden giden bazı gelişen ülkeler...
Tabii Türkiye’nin patent konusunda, verilen teşviklerin de katkısıyla, son yıllarda bir ivme kazandığını inkâr edemeyiz. WIPO raporları da, bunu tasdikliyor. Ancak mevcut görünüm aynı zamanda gösteriyor ki; ekonomilerin ticari amaçlarına hizmet eden patent hususunda çok daha hızlı hareket etmemiz şart.
NE YAPMAK GEREK?
Peki, daha güçlü bir patent gelişimini nasıl sağlarız? Ben bunun yanıtının, farkındalık sağlama, motivasyonu artırma ve aksiyonu kolaylaştırma öğelerinden geçtiğini düşünüyorum. Bu minvalde gözlemlerimden bazılarını aktarmak isterim:
1. Patentte ulusal farkındalığın ve kültürün artırılması çalışmaları son hızla sürdürülmeli. Teşvik sistemlerine ilişkin bilgilendirmeler yaygınlaşmalı.
2. Know-how ile patent ayrımı önemli. Ortada patent elde edilebilir bir buluş varsa ki; bu küçük bir yenilik dahi olabiliyor, bunun üzerine gidilmeli.
3. Fikri haklarda uyuşamamaya sebebiyet veren engeller nedeniyle Ar-Ge proje işbirliklerine ket vuran mevzuatlar elden geçirilmeli, süreç tıkanıklıkları acilen aşılmalı.
4. Patent yazımlarında, buluşçulara “alanında uzman” vekillerle destek verilerek süreçler etkinleştirilmeli.
5. Özellikle ilgili kamu kurumlarında, evrak takip süreçlerini hızlandıracak mekanizmalar ve insan kaynağı oluşturulmalı.
6. Buluşçular, sabır isteyen patent sürecinden, iş yoğunluğu, ilgi kaybı ve kurumdan ayrılma gibi nedenlerle kopabiliyor. Patent sürecinin ilerlemesinde kilit olan buluşçuların olaydan kopmamasını önleyecek tedbirler muhakkak alınmalı.
7. Emeklerin boşa gitmemesi adına, alınan patentlerin rafta kalmaması gerekiyor. Sürdürülebilir olmadıktan sonra anlamını yitiren patentlerin ticarileştirme süreçlerine de dört elle sarılmalı.
Velhasıl, yapacak çok iş var. Büyümek kolay değil.
Güzel bir hafta sonu dileklerimle...
[Yenişafak, 6 Şubat 2015]