İktidar partisi, geride bıraktığımız 22 Mart’ta 23 maddeden oluşan bir anayasa değişikliği taslağını kamusal müzakereye sundu. Kamusal müzakerenin işlemesi için de tek tek siyasi partilerle; sivil toplum örgütleri, meslek ve medya kuruluşlarıyla ise toplu görüşmeler gerçekleştirdi. Yarına kadar da (29 Mart) yeni öneri ve değişiklikleri kapsayacak müzakereler için kapıların açık tutulduğunu deklare etti. İktidar partisi teklifini müzakereye açık olduğu vurgusuyla “taslak” olarak sunmasına rağmen, bu faaliyetin bürokratik vesayetin politik karını paylaşan kesimler tarafından “pazarlık etmek,” “müzakere yapmak,” “sus payı vermek” gibi çoğu zaman alçaltıcı anlamda kullanılan ifadelerle karşılanması tam anlamıyla bir teşhir anıydı.
Demokrasinin özü bu İşin en garip yönü ise bu aşağılama amaçlı kullanılan kelimelerin, tam da demokrasinin özü olan siyasal öznelerin ortak bir anlayışa ulaşmak için yaptıkları girişimleri tanımlayan ifadeler olması. Anayasa değişikliğini olumsuz bulan bazı kesimlerin kullandığı bu lügatçe aslında asıl amacı, yani pazarlıktan kaçmayı, müzakereden uzak durmayı ve sus payını kabul etmemeyi bir erdem olarak sunarak otoriter bir pozisyonu savunuyor. Mesele anayasa değişikliğini kabul etmek ya da etmemek değil, bu değişiklikleri tartışmayı dahi olumsuz gören bu zihniyetin bu şekilde teşhir olmasıdır. Türkiye’de bundan sonra uzlaşma üzerine yapılacak tüm tartışmaları bu tavır belirleyecektir. Habermas’tan Rawls’a, Derrida’dan Mouffe ve Laclau’ya kadar demokrasinin tüm çağdaş kuramcılarının üzerine ‘uzlaşabildikleri’ yegane nokta, demokratik bir kültürün temeli olan müzakere ve uzlaşma için öncelikli unsurun farklı pozisyonların taleplerine sözlerine ‘açık olma’ gerekliliğidir.Farklı kuramlarda rasyonel müzakere veya cehalet perdesi ile tanımlanan durum, tam da bu ‘açık olma’ halidir. Açık olmanın vazgeçilmez dinamiği ise siyaseti bir alan savunması olarak kurgulamamak, tam tersine gerektiğinde pazarlığa, müzakereye, uzlaşmaya, değişime açık olmak, farklı özne pozisyonlarının taleplerini kabul etmek değil ama en azından konuşmaya açık olmaktır. Bugün böylesi bir siyasetin minimal koşullarını dahi imkânsız kılan şey, bürokratik vesayet yanlılarının tüm stratejilerini, 1960 askeri darbesiyle anayasal statüye kavuşturdukları imtiyazlarını kaybetmemek üzerine bina etmeleridir. Bu nokta, müzakere edilmez bir öncelik olarak masada durduğu sürece yani bir ortak dil oluşturmak için gereken tartışmanın yapılacağı masaya oturma gerçekleşmediği müddetçe Türkiye’de uzlaşmaya varmak mümkün değildir. ABD’de herkes ‘pazarlığa’ açık Tartışmayı somut bir bağlama taşımak gerekirse, ABD ve Türkiye’nin son günlerde benzer bir kaderi yaşadığı görülür: İki ülke de başka ülkelerle karşılaştırıldığında kendileri için son derece önemli dış politika konularını, artık yakıcı hale gelen iç politika baskısı aleyhine bir kenara bıraktılar. Türkiye’de gözler, anayasa paketi ve yargı reformuna kilitlenmişken, ABD ise bir yıldan fazla bir süredir devam eden sağlık reformunu daha yeni geçirmeyi başarabildi. Başbakan Erdoğan için iç siyaset sair konulardan daha fazla öne çıkarken, Obama da Asya ziyaretini sağlık reformu için lobi yapmak adına erteledi. Her iki ülkede de yapılan değişiklikler ülkelerin kaderini ilgilendiren devrim niteliğinde değişiklikler. Her iki ülke lideri de bu değişiklikleri yapmaya ya kıl payı mUzlaşma Arayan Pazarlığa' Oturur
İktidar partisi, geride bıraktığımız 22 Mart’ta 23 maddeden oluşan bir anayasa değişikliği taslağını kamusal müzakereye sundu. Kamusal müzakerenin işlemesi için de tek tek siyasi partilerle; sivil toplum örgütleri, meslek ve medya kuruluşlarıyla ise toplu görüşmeler gerçekleştirdi. Yarına kadar da (29 Mart) yeni öneri ve değişiklikleri kapsayacak müzakereler için kapıların açık tutulduğunu deklare etti. İktidar partisi teklifini müzakereye açık olduğu vurgusuyla “taslak” olarak sunmasına rağmen, bu faaliyetin bürokratik vesayetin politik karını paylaşan kesimler tarafından “pazarlık etmek,” “müzakere yapmak,” “sus payı vermek” gibi çoğu zaman alçaltıcı anlamda kullanılan ifadelerle karşılanması tam anlamıyla bir teşhir anıydı.