Türkiye'nin erken seçim gündemi ile Suriye krizinde görece sessiz bir sürece girilmesi aynı döneme denk geldi.
Nisan ayının ortasında ABD'nin rejim ve İran güçlerine yönelik gerçekleştirdiği müdahaleden sonra çeşitli senaryolar konuşuldu. Fransa'nın askeri güç kaydırması ile bir "Arap ordusu"nun konuşlandırılması bunların başında geliyor. Ancak her iki planın da sahaya yansıması olmadı. Ne Fransa kara gücünü harekete geçirdi ne de Suud ve Mısır Trump'ın söz konusu planını kabul etti.
Bu süreçte en dikkat çekici gelişme İsrail'in İran ve Hizbullah noktalarına yönelik gerçekleştirdiği saldırılar.
İsrail yaklaşan nükleer anlaşmasını fırsat bilerek ABD, İngiltere ve Fransa'nın rejime yönelik operasyonun bir devamı niteliğinde saldırılarını artırdı. Nitekim bir kaç gün once Hama yakınlarında yüzlerce füze başlığının bulunduğu iddia edilen İran üssünü vurması bu açıdan önemli bir gösterge. İsrail geniş çaplı bir operasyon yerine noktasal saldırılarla İran'ı yıpratmaya ve kendisi için bir tehdit olmaktan çıkarma motivasyonuyla hareket ediyor. Koalisyonun bombaladığı noktaların bilimsel araştırma merkezleri ve İran milislerinin karargahları olduğu dikkate alındığında bu yargı daha da geçerli oluyor. İsrail saldırıları gösteriyor ki, Hizbullah, rejim ve İran'dan yana konvansiyonel ve kimyasal saldırı tehdidini daha yakından hissetmekte ve önleyici bir çerçevede hareket etmektedir.
İsrail gerçekleştirdiği saldırılarla İran ve Hizbullah'ın Suriye'deki limitlerini tayin etmeye çalışıyor. Bir yandan Hizbullah'ın saldırı menzilinden çıkmak öte yandan İran'ın Lübnan'daki Hizbullah güçlerine doğrudan erişimini kesmeyi hedeflemektedir. Zira Lübnan'a yönelik olası bir saldırı için bu nokta hayati bir önem taşımaktadır.
İsrail'in Suriye'deki stratejisi ve güvenliği nükleer anlaşmanın da bir parçası haline gelmiş durumda.
İsrail için en ideal tablo Suriye'de istikrarlı bir yönetim kurulmasının önüne geçecek şekilde çatışmaların devam etmesi ve İran ile Hizbullah'ın kendisi için bir tehdit olmaktan çıkarıldığı hatta yıpratıldığı bir sürecin devam etmesi. İsrail savunma bakanı Liberman'ın "Esed bir katil ama bizim için en iyisi o" sözleri tam da bu durumu yansıtmakta.
Nükleer anlaşmanın devam etmesine yönelik bir formül bulunması durumunda İran bir nebze de olsa rahatlayacak ancak İsrail'in pozisyonunu kabul etmek durumunda kalacak. Trump yönetiminin anlaşmayı uzatmaması durumunda ise İran'a karşı sert hamlelerin gelmesi sürpriz olmayacak. Suudi Arabistan ve İsrail gibi müttefikleri, Trump yönetimini bu kararı almaya zorluyor. Fransa ve Almanya ise ekonomik kaygılar dolayısıyla nükleer anlaşmanın devam etmesinden yana.
Bütün bu tabloya bakıldığında karşımıza çıkan yakıcı gerçek şu: Suriye krizi bu ülkenin kendisi ve halkı ile ilgili olmaktan çıkmış ve rakip aktörlerin birbirini terbiye etme sahasına dönüşmüş durumda. ABD ve İsrail için bütün düşmanlarının birbirini kırdığı ve İran'ın terbiye edileceği bir alan; Rusya için Esed'in göstermelik bir aktör olarak kaldığı ve kendi çıkarlarını maksimize ettiği bir süreç; İran için mezhepçi yayılmaya imkan tanıyan kaotik bir süreç anlamını taşıyor. Aktörler arası anlaşmalar da çatışmalar da bu düzlemde seyretmekte.
Bu tabloda Suriye'nin geleceğinin ikincil planda kalması kaçınılmaz olmaktadır.
[Fikriyat, 8 Mayıs 2018].