Almanya’nın İsrail’e yönelik politikası genellikle ahlaki bir zorunluluk olarak sunulan bir formül olan Staatsräson kavramı altında yürütülmektedir. Staatsräson kavramı ise bir devletin kendi politikasını meşrulaştırmak için çıkarlarının önceliğine başvurma ve aynı zamanda devlet çıkarlarını diğer değerlere göre önceleme hakkına sahip olma şeklinde tanımlanabilir. Daha yakından incelendiğinde bu “devlet gerekçesi”nin siyasi tutarsızlık ve şüpheli çifte standartlar için bir nevi kılıf olduğu ortaya çıkmaktadır.
İsrail’e yönelik Alman devlet aklı, İsrail’in varlığı ve güvenliğinin neredeyse kutsal bir şekilde korunmasına yönelik, çoğu zaman normal yasal ve ahlaki sınırların ötesine geçen bir çıkar olarak tanımlanmaktadır. Sonuç olarak İsrail ile ilgili Alman dış politikası şu anda daha da acil ihtiyaç duyulan ahlaki pusulasını kaybetmiş görünmektedir. Ortadoğu’daki anlaşmazlıklara yönelik farklılaştırılmış ve yansıtıcı bir duruş yerine, Staatsräson kavramı İsrail’in siyasi eylemleri için bir tür açık çek olarak neredeyse kutsal bir siyasi söylemin içine sıkıştırılıyor. Bu tam bir stratejik muğlaklık (strategic ambiguity) örneği olarak öne çıkmaktadır. Ancak bu açık çek Gazze’de yıkıcı savaş suçları işlenirken verildiğinde tam olarak ne yaşanmaktadır? Üstelik giderek aşırı sağcı bir evreye ulaşan bir İsrail hükümeti mevcutken? Alman hükümetinin İsrail politikasında sıfır noktasına (ground zero) ulaştığı ve gerçek bir kargaşa ile karşı karşıya olduğu aşikardır.
UAD ve Gazze ile Batı Şeria’daki Savaş Suçları
Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) son zamanlarda defalarca sivillere yönelik askeri saldırıların ve sivil altyapının hedef alınarak tahrip edilmesinin uluslararası insani hukuku ihlal ettiğine dikkat çekmiştir. Gazze’de defalarca görülen yöntem (yoğun nüfuslu bölgeleri ayrım gözetmeksizin hedef alan ve okulları, hastaneleri ve evleri tahrip eden geniş kapsamlı öldürücü hava saldırıları) mahkeme tarafından soykırım olarak nitelendirilmiştir. UAD ve UCM’ye göre soykırım sadece bir halkın fiziksel olarak yok edilmesi değil aynı zamanda bir grubun geçim kaynaklarına kasıtlı olarak zarar verilmesi ve yok edilmesidir ki bu da şüphesiz Gazze’deki insani felaket için geçerlidir.
Buna rağmen Almanya tutumunu yeniden gözden geçirmek için bir neden görmemektedir. Bunun yerine Alman hükümeti devlet gerekçelerini (Staatsräson) öne sürerek İsrail’e silah tedarik etmeye devam edeceğini vurgulamaktadır. Alman hükümeti İsrail’e silah ambargosu uygulamayacağı konusunda kararlı olduğunu ifade etmektedir. Bu tür davranışları sorgulayabilecek ahlaki sesler ise mevcut konjonktürde Alman kamuoyunda görülememektedir. Filistinli sivil halkın çektiği acılar ile empati kuran sesler ise bastırıldığından öne çıkamamaktadır.
Aşırı Sağcı İsrail Hükümeti ve Almanya’da Tartışmanın Daralması
Netanyahu yönetimindeki mevcut İsrail hükümetinin –özellikle aşırı sağ partilerin artan etkisiyle– “mesihçi etno-milliyetçiliğe” doğru endişe verici bir siyasi gelişme içinde olduğu bir sır değildir. Almanya’da ve Alman kamuoyunda bu durum ise büyük ölçüde görmezden gelinmektedir. Bu durumda akla şu soru gelmektedir: Benzer şekilde eğer başka bir ülkede aşırı sağcı bir hükümet sivil halka karşı böylesine orantısız askeri eylemler gerçekleştirseydi Almanya yine bu kadar sessiz kalır mıydı?
Ahlaki Erozyonun Bir Aracı Olarak Güvenlikleştirme Politikası
Kopenhag Okulu güvenlikleştirmeyi, siyasi aktörlerin olağanüstü önlemleri haklı çıkarmak için sorunları devlete yönelik varoluşsal tehditler olarak sundukları bir süreç olarak tanımlamaktadır. Bu durum Almanya’nın İsrail politikasının merkezinde yer almaktadır. Almanya, İsrail ile ilişkisini açık bir şekilde güvenlikleştirmiştir. Dolayısıyla “daimi dayanışma”dan herhangi bir sapma Alman devletine yönelik bir tehdit olarak damgalanmaktadır. Bu argüman Alman hükümetine uluslararası hukuk normlarını, insani ilkeleri ve hatta kendi anayasasını dikkate almadan hareket etme serbestisi vermektedir.
Bilişsel uyumsuzluk (Kognitive Dissonanz) tam olarak burada başlar. Bir aktör aynı anda iki çelişkili inanç, değer veya eylemi deneyimlediğinde ortaya çıkar ve bu da rahatsızlık veya gerilim meydana getirir. Gerçekler ve eylemlerin kişinin kendi değer sistemiyle çatışması rahatsızlık veren bir durumdur. Almanya bir yandan insan hakları ve barışa dayalı ahlaki standartlar tarafından yönlendirilirken öte yandan savunmasız Filistin halkına karşı uluslararası hukuk çerçevesinde sorgulanması gereken askeri eylemler gerçekleştiren bir hükümeti desteklemektedir. Bilişsel uyumsuzluğa dair güncel bir örneğe de işaret edilebilir: Filistin bayrağı 2012’den bu yana Birleşmiş Milletler (BM) merkezinde dalgalanırken aynı bayrağın Almanya’da sergilenmesi kısıtlanmış veya yasaklanmıştır. Devlet aklının mutlak hakikat olarak savunulması bu çelişkiyi ustalıkla bastırmaktadır.
İsrail Tartışmalarında Bir Sis Perdesi Olarak Gish Gallop
Tartışmanın bu aşamasında gish galloping kavramına da işaret etmekte fayda olabilir. Gish gallop terimi bir tartışma ya da münazarada bir kişinin kafa karışıklığı oluşturmak ve asıl gerçeklerden uzaklaşmak amacıyla yarı gerçeklerden oluşan bir yaylım ateşi sunduğu retorik bir taktik anlamına gelir. Strateji, mümkün olduğunca hızlı bir şekilde çok sayıda “ad-hominem argümanlar” ile kişinin fikirlerine değil doğrudan kişinin kendisine saldırmaktır. Böylece muhatabın bunların hepsine yanıt vermesi veya bunları ayrıntılı olarak çürütmesi zorlaşır. Almanya’daki İsrail tartışmaları da tam olarak bu yolu izliyor. Örneğin İsrail ordusunun Gazze’de uluslararası hukuk çerçevesinde işlediği suçları eleştiren herkes asılsız bir suçlama dalgasına maruz kalabiliyor. Örneğin “Yahudi düşmanlığı/Antisemitizm”, “İsrail’in var olma hakkının inkar edildiği” yönündeki ithamlar öne çıkabiliyorken “Almanya’nın tarihi sorumluluğu” da vurgulanabilmektedir. Tüm bu suçlama ve ithamlar ciddi bir tartışmayı teşvik etmekten ziyade herhangi bir eleştiriyi engellemeye hizmet etmektedir. Buradaki sorun, tartışmanın Antisemitizm ile İsrail hükümet politikasının meşru eleştirisi arasındaki önemli ayrımın bulanıklaştırılmasıdır.
Göstericilere Yönelik Polis Şiddeti ve İfade Özgürlüğüne Getirilen Kısıtlamalar
Almanya’da endişe verici bir başka durum daha ortaya çıkıyor. İsrail-Filistin sorununun odağındaki tartışmanın daralması sadece siyasi olarak değil aynı zamanda fiziksel olarak da belirgin hale gelmektedir. Zira İsrail’in eylemlerine karşı düzenlenen barışçıl protestolara giderek daha fazla polis şiddeti eşlik ediyor. Polis memurlarının göstericilere çok sert müdahale ettiği ya da keyfi olarak tutukladığı görüntüler giderek daha sık uluslararası basın platformları ve ajanslarda öne çıkmaktadır. Şimdiye kadar yüzlerce İsrail karşıtı gösterici tutuklandı lakin karakolda hemen serbest bırakıldı çünkü suç işlemedikleri aşikardı. Bu antidemokratik uygulama ile Alman devleti göstericileri sindirerek gözdağı vermeyi hedeflemektedir. Burada öne çıkan bir diğer soru da şudur: Alman aşırı sağcı gösteriler büyük ölçüde engellenmeden gerçekleştirilebilirken barışçıl protestolar neden bu kadar istikrarlı bir şekilde bastırılıyor?
Alman Siyaseti ve Medyasının Yahudiliği Tanımlama Tekeli
Almanya’da endişe verici bir diğer gelişme ise Alman kamuoyunda başat aktörlerin (ana akım medya ve siyaset kurumu) Yahudi kimliğini tanımlamasını tekeline alma gayretinde gözlemlenmektedir. Bu minvalde sol, aktivist ve Ortodoks Antisiyonist Yahudiler –yani devlet Siyonizmini ve İsrail’in devlet şiddetini reddedenler– düzenli olarak itibarsızlaştırılmakta ve Yahudi kimlikleri sorgulanmaktadır. Bu tür bir ideolojik paternalizm, Yahudiliğin Ortodokstan sekülere, Siyonistten Antisiyoniste kadar farklı akımlara sahip çok katmanlı bir din olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Ayrıca Yahudi kimliği hususunda Alman yorum üstünlüğü Antisiyonistler tarafından modern Alman Antisemitizm olarak algılanmaktadır.
Bu agresif ve nihayetinde ırkçı motifli itibarsızlaştırma, Gazze’de barışçıl bir çözüm bulunmasından yana olan Yahudi seslerini susturmayı amaçlamaktadır. Bir Almanın, Yahudiliğin Siyonist formasyonunu benimsediği için “doğru” Yahudinin kim olduğunu belirleyebileceği fikri, Alman tarihinin karanlık dönemlerini anımsatmakta ve Almanya’daki tartışmanın ne derece daralıp alçaldığını göstermektedir.
Einstein ve Arendt: Saldırgan Siyonizme Karşı Önemli Sesler
Albert Einstein ve Hannah Arendt gibi tarihsel seslere kulak vermek önemlidir. Yirminci yüzyılın en parlak beyinlerinden biri ve bir pasifist olan Einstein “şiddet yanlısı bir Siyonizm”in tehlikeleri konusunda erken uyarıda bulunmuştur. Einstein’a göre askeri gücü tercih eden bir “Yahudi milliyetçiliği” fikri ahlaki açıdan kabul edilemezdir. Alman filozof ve Holokost’tan kurtulan Hannah Arendt de sonuçta sadece daha fazla acı ve yıkıma yol açacak olan “saldırgan bir Siyonizm”e karşı acilen uyarıda bulunmuştur. Bu isimlerin uyarıları bugün daha sesli yankılanmaktadır. Artık Alman siyasetçilerinin –yeni bir ivme ile– yanlış anlaşılan ahlaki sorumluluklarını “devlet gerekçeleri”nin arkasına saklamaktan vazgeçmeleri ve bunun yerine tarihsel suçluluğa değil insan haklarının korunmasına dayalı net ahlaki ilkeler belirlemelerinin zamanı gelmiştir. Ancak o zaman Almanlar tekrar tarihin yanlış tarafında olmazlar.