Garton Ash’in, 27 Temmuz 2006 tarihli The Guardian’da yayımlanan yazısı “Avrupalılar olarak Orta Doğu’daki çatışmayı bizim yarattığımızı asla unutmamamız gerekir” başlığını taşıyordu. Ash’e göre, kökenleri tarihin derinliklerine uzanan Yahudi düşmanlığı Orta Doğu’yu kana bulayan, son Lübnan örneğinde görüldüğü gibi sivillerin hayatlarını kaybetmelerine ve yurtlarından ayrılmak zorunda kalmalarına yol açan başlıca nedenlerden biri. Avrupa tarihine bakıldığında sistematik bir Yahudi düşmanlığının olduğu ve bu kıtada istenmeyen Yahudilerin zamanla kendi devletlerini kurmayı amaçlayan siyasi siyonizm bilincini geliştirdikleri ve Avrupa’nın da yardımıyla nihayet 1948 yılında bağımsız bir devlet İsrail kurduklarını görüyoruz.
1881 yılında Rusların uyguladıkları Yahudi kıyımı, Fransa’daki Dreyfus vakası ve Yahudi düşmanlığı sonucu yüzbaşılık rütbesinin sökülmesi, 1900’lu yıllarda Avusturya’da yükselen anti-semitizm ve nihayet Hitler’in yürüttüğü Yahudi soykırımı gibi olaylar Yahudilerin Filistin’e göç etmeleri ve burada İsrail devletini kurmaları ile sonuçlanmıştır. Yani 1880’lerden 1940’lara kadar süren zaman diliminde Yahudiler, Avrupa’da sürekli istenmeyen, dışlanan ve kabul görmeyen topluluk muamelesi görmüştür. Modern siyonizmin babası Theodor Herzl, “Beni Siyonist yapan şey Dreyfus davasıdır” derken aslında Avrupa’da Yahudi düşmanlığının ne kadar yaygın olduğuna işaret ediyordu.
Gerçekten de Avrupa’da yükselen ırkçılık ve ayrımcılığın en büyük hedeflerinden biri Yahudiler olmuştur. Bunun en trajik örneği İkinci Dünya savaşı sıralarında görülmüştür. Yakın tarihin bize bıraktığı kayıtlara göre altı milyon Yahudi, Hitler’in önderliğinde Naziler tarafından öldürülmüştür. Düşmanla savaşarak ölmenin onurundan bile mahrum bırakılan bu insanların büyük çoğunluğu gaz odalarında yakılarak hunharca yok edilmiş veya toplama kamplarında telef edilmiştir. Hitler, Avrupa’yı Yahudilerden “temizleme” kararlılığı içinde olduğu için sadece Yahudilerden “arınmış” bir Almanya kurmaya çalışmakla yetinememiş işgal ettiği diğer ülkelerde de Yahudileri toplama kamplarına göndermiştir. Modern dönemlerde yakın tarihin kaydettiği en büyük soykırıma Yahudiler maruz kalmıştır.
Almanya ve Avrupa’da soykırıma uğrayan Yahudiler yüzlerce yıl önce katledilmedi. Bu büyük trajedi Avrupa’daki aydınlanma, reform, rönesans, demokrasi ve çoğulculuk tecrübesinden önce de yaşanmadı. Bütün bu süreçleri yaşadıktan yani modernleştikten sonra Avrupa, kendi içinden bir soykırım ruhu ve ordusu üretti. Modern Batı uygarlığının en ciddi kırılması olarak tanımlanabilecek Yahudi soykırımı, bundan sadece altmış-yetmiş yıl önce yaşandı. Yani artık Avrupa modernleşti, demokratik ulus devlet kuruldu, çoğulcu ve katılımcı toplumsal yapılar oluştu derken ve artık ciddi kriz beklentilerinin olmadığı bir zaman diliminde gerçekleşti soykırım. Batı uygarlığı kendi içinde büyüyen sessiz canavarın farkına varamadığı gibi, dehşet manzaraları ortaya çıktıkça bunları engelleme gücünü de kendisinde hissetmedi. Bugün Yahudilerin kolektif hafızalarında altı milyon kişinin yok oluşu hala canlılığını korumaktadır. Belirli bir etki gücüne ulaştıktan sonra Yahudi örgütleri ve baskı grupları soykırımın (Holokost) hafife alınması, inkar edilmesi ve övülmesinin yasa dışı ilan edilmesi için kampanyalar başlattı. ABD de dahil Avrupa devletlerinin birçoğu biraz da suçluluk duygusu ile bu kampanyalara siyasi destek vererek sorunu hukuki bir zemine taşıdı, yani soykırım inkarı suç sayıldı. Ama bütün bu yasal önlemlere rağmen Avrupa’da antisemitizmin kökü bir türlü kazınamadı. Örneğin European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia tarafından yayınlanan raporlar da Avrupa’da hala antisemitizm olduğunu ve zaman zaman bunun yükseldiğini doğruluyor.
Avrupa’da sadece antisemitizm yok. Son yıllarda İslam fobisi de gittikçe yükseliyor. Avrupa’nın "ötekisi" bir zamanlar Yahudilerse eğer şimdi “öteki” olarak görülenler Müslümanlar olmuştur. Korku, kuşku ve tehdit algısı Müslüman aleyhtarlığı olarak toplumsal tepkiye dönüşüyor. Avrupa “öteki”lerle birlikte yaşama konusunda derin bir tarihsel deneyime de sahip değil. Bu konuda Osmanlı geleneğini tevarüs eden Türkiye, Avrupa için önemli bir örnek olarak öne çıkıyor. Yahudiler hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde toplumun önemli bir unsuru ve ayrılmaz bir parçası olarak Türklerle/Müslümanlarla birlikte yaşadı ve yaşıyor. Osmanlı devletinin din ve inanç alanında sağladığı özgürlükler İspanya’dan göçe zorlanan çok sayıda Yahudinin Osmanlı topraklarına gelmesine neden olmuştu. Modern Türkiye döneminde ise Nazi baskısından kaçan çok sayıda Yahudi, Türkiye sınırları içinde yaşam güvencesi bulmuştur. İşte Avrupa ile Türkiye arasındaki fark burada yatıyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ile birlikte Yahudiler de herkesle eşit anayasal haklara sahip Türk vatandaşları olarak kabul edildi.
Henüz demokrasi, çoğulculuk ve din / inanç özgürlükleri gibi kavramların tartışılmadığı dönemlerde Osmanlı devletinde farklı inanç gurupları ve din mensuplarının farklılıklarına karşın ortak yaşam sürdürdüğünü biliyoruz. Demokrasinin bugünkü gelişmiş haliyle sağladığı eşitlikçi ölçüde olmamakla birlikte o günün koşullarında İslam dini dışındaki dini gelenekler için şaşırtıcı derece anlamlı özgürlükler alanı tesis edilmiştir. İmparatorluk egemenliği altında bulunan inanç grupları din değiştirmeye zorlanmamış, varlıkları ve meşruiyetleri kabul edilmiş, Yunan Ortodoks Kilisesi, Ermeni Kilisesi ve Yahudi dini mensupları birer “millet” olarak tanınmışlardı. Osmanlı’da toplum, inanç temeline dayalı olarak “millet sistemi” ile idare edilmiş, dolayısıyla belli bir ırkı, bölgeyi ya da dili esas alan herhangi bir ayrıştırmaya gidilmemişti. Osmanlı devletinin din / inanç alanında sağladığı özgürlükler İspanya’dan göçe zorlanan çok sayıda Yahudinin Osmanlı topraklarına gelmesine neden olmuştu.
Modern Türkiye döneminde ise Nazi baskısından kaçan çok sayıda Yahudi Türkiye sınırları içinde yaşam güvencesi bulmuştur. İşte Avrupa ile Türkiye arasındaki fark burada yatmaktadır. Türkiye modern sosyolojik tabirle “öteki” olarak kavramsallaştırılan farklı din ve kültür mensuplarının birlikte yaşadığı bir geleneği tevarüs edip yaşatan bir ülkedir. Avrupa’nın “öteki” ile birlikte yaşama deneyimi ise çok daha yeni. İşte bu nedenle Avrupa’da ne antisemitizmin kökenleri kurutulabiliyor ne de yükselen İslam fobisinin önüne geçilebiliyor. Bütün bu gelişmeler artık çatışma çözümleme arayışlarını gerektiriyor. Günümüzdeki toplum yapıları, gruplar arası ilişki biçimleri ve sürtüşme nedenleri bağlamında gerek İslam dünyasında, gerekse Batı toplumlarında inanç farklıklarından doğan sürtüşme ve gerilimlerin önlenmesinde Türkiye tecrübesinin çok önemli katkılar yapabilecek bir derinlik ve birikime sahip olduğu söylenebilir.
Lübnan’ın İsrail tarafından son günlerde bomba yağmuruna tutulması örneğinde de görüldüğü gibi, Avrupa’daki Yahudi düşmanlığının tarihsel süreç içerisinde yakın coğrafyamızda açtığı yaralar gerçekten de trajik boyutlara ulaşmış durumda. İsrail’in saldırılarını sürdürmesi bu trajedilerin büyümesine ve derinleşmesine neden olmakla kalmayacaktır. Trajedilerin yaşandığı dönemlerde rasyonel kararlar yerine duygusal ve tepkisel kararlar ön plana çıkacağı için Yahudi düşmanlığının sadece marjinal olduğu, tarihsel hoşgörü ve birlikte yaşama kültüründen dolayı kök salmadığı toplumlarda da Yahudi karşıtlığını körükleyecektir. Şu anda İsrail’in takip ettiği politika da işte böyle bir karşıtlığı körüklemekten başka işe yaramayacaktır.