Küresel ekonomik krizin başladığı 2008'den bu yana bütün ülkeler diken üzerinde duruyor. Kimi ülkeler bu krizi nispeten küçük yaralarla atlatırken, başta AB üyesi ülkeler olmak üzere kimi ülkeler sarsıcı bir sürece girmiş bulunuyor. İrlanda, Yunanistan ve Portekiz'in ardından İspanya'nın da ekonomik krizlerin pençesine düştüğü ve kurtuluş reçetesi olarak AB fonlarına başvurmak aşamasına geldiği şu günlerde AB'nin geleceği tartışılıyor. İkinci Dünya Savaşı'nın yıkıntı ve mirasından kurtulmak, benzer deneyimleri bir daha yaşamamak adına siyasi ve ekonomik işbirliği projesi olarak başlatılan AB kurulduğundan bugüne sürekli genişledi. Bu başarı hikâyesinin sonu nasıl olacak sorusu soruluyor artık.
Her ne kadar bugün İtalya ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi hükümetlerin istifalarına yol açan ekonomik krizleri konuşuyor olsak ta aslında gittikçe derinleşen bunalımın asıl kaynağı AB yükselişteyken göz ardı edilen yapısal sorunlardır. Adını koymak gerekirse Avrupa'nın bunalımı Birliğin geleceğinin uzun süre teknokratlara teslim edilmiş olması, özellikle genişleme sürecinde siyasi katılım ve ortak akla dayalı kararlar yerine elit kadroların son sözü söylediği bir mekanizmanın hâkim olmasıdır.
AB'DE KRİZİN KÖKENLERİ
Bugün içine düştükleri krizler ile başa çıkmaya çalışan ülkeler AB'ye girmek için büyük bir yarış içine girdiklerinde Birliğin karar verme mekanizmalarına ilişkin köklü sorular sormuyordu. Üyelik müzakerelerine başlamak, AB fonlarından yararlanmak, Avrupa'nın "medenileştirici" misyonu ve kimliği şemsiyesi altında yer almak öncelikli amaçlardı. Nitekim bugün iflasın eşiğinde olan İrlanda, Yunanistan, Portekiz ve İspanya siyasal anlamda Avrupa'nın çeperinde yer almalarına rağmen üyelik süreci ve sonrasında aldıkları fonlar ile bir taraftan alt yapılarını yeniledi bir taraftan da eğitim, sağlık ve güvenlik gibi alanlarda standartlarını yükseltmeyi başardı.
AB genişleme sürecinde aday ve yeni üyeler sürekli kazançlı çıkan bir görüntü veriyordu. Ancak bu süreçte etkileri şimdilere daha net hissedilen iki önemli gelişme yaşanıyordu. Bunlardan biri kuşkusuz ekonomi ile ilgili. Birliğe yeni katılan ülkeler, ekonomileri güçlü Almanya, Fransa ve İngiltere gibi üretim ve ihracata dayalı yapıdan ziyade, AB fonlarına bel bağlayan ve üretimden çok tüketimi önceleyen politikaları benimsemişti. Özellikle üretimi güçlü ülkeler için yeni pazarlara dönüşen bu ülkelerin, üretim ve büyüme odaklı ekonomi politikaları yürütmeden statükoyu uzun süre devam ettiremeyeceği ötenden beri biliniyordu. Ancak yavaş yavaş belirtileri ortaya çıkan ve geliyorum diyen krizlerin görülmesine engel olan ikinci bir etken daha vardı: AB'nin siyasi karar mekanizması.
AB SİYASİ KARAR MEKANİZMASI NE KADAR KATILIMCI?
Bugün AB'nin yüz yüze olduğu krizlere ilişkin tartışmalarda Birliğin siyasi karar mekanizması ve bunun rolü nedense üzerinde durulmayan bir konu. Halbuki, AB'nin hem mali konularda hem de dış politika, sosyal politikalar, güvenlik politikası ve rafa kaldırılmak zorunda kalınan AB Anayasası gibi Birliğin bugünü ve geleceğini doğrudan etkileyen kritik meselelerde karar alma süreçlerinden geniş kitleler hep uzak kaldı veya uzak tutuldu. Yeni ülkelerin üyeliğe kabulü ile gittikçe genişleyen, büyümeye paralel olarak ta katılım zeminini genişletmesi ger