SETA > Yorum |
İki Dünyanın Yükü

İki Dünyanın Yükü

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İslam dünyasında yaşanan derin krizin çözümü için "ülkelerin çıkarlarını ve mezhep farklılıklarını geri plana bırakma" çağrısı da Müslüman ülkeler arasındaki mevcut güç rekabetinin trajik sonuçlarına işaret etmektedir.

Afrika seyahati öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Parlamento Birliği 10. Konferansı'nda ve Başbakan Davutoğlu G-20 dönem başkanı olarak Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu'nda mevcut dünya düzenindeki haksızlıklara dikkat çeken konuşmalar yaptılar. Birisi İstanbul'da diğeri İsviçre'de yapılan bu iki konuşma, Türkiye'nin uzun süredir takip ettiği dış politika söyleminin ana temalarından birinin yeniden seslendirilmesiydi: "yeni bir dünya düzenine ihtiyaç var."

AK Parti kuruluşundan itibaren "medeniyetlerin birlikteliği" bağlamında dünyadaki adaletsizliğe ve İslam dünyasının hak ettiği yerde olmamasına işaret ediyordu.

Ancak 2009 Davos Zirvesi'ndeki "one minute" tavrıyla AK Parti sadece İsrail'in yaptığı zulümlere dikkat çekmedi. Aynı zamanda BM sisteminin büyük güçler lehine ayrıcalıklı yapısını sorunsallaştırdı.

"Dünya 5'ten büyüktür" ifadesi ile Türkiye'nin dünya düzeni eleştirisi yeni bir düzleme oturdu. Bu eleştiri sıklıkla Batı'dan özeleştiri yapmasını isteyen ve insanlığa olan borcunu hatırlatan bir forma büründü.

ABD ve Avrupa'nın sorumluluklarına odaklanan bu eleştirel rengin Türkiye'nin dış politikasının kalıcı unsurlarından birisine dönüşmesi Batı başkentlerinde rahatsızlık yaratıyor.

Batılı ittifaklar içinde yer alan Türkiye'nin bu tür eleştirilerde bulunmasını medyada stratejik tercihlerin değişmesi ile açıklayan yazılara bile rastlıyoruz. Halbuki bu eleştirelliği Türkiye'nin dünya siyasetinde daha etkin bir aktör olma iradesinin uzantısı olarak okumak daha doğru olacaktır. Ben buna "Batı ile eleştirel entegrasyon" diyorum.

Bu dış politika yaklaşımının ikinci bir boyutu daha var. O da, Türkiye'nin İslam dünyası ile kurduğu ilişkinin mahiyetidir. AK Parti'nin İslam dünyasına ilgisini "duygusal" ve "Pan-İslamist" olarak niteleyen argümanlar bu ilginin reel temellerini analiz etmekten uzaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İslam dünyasında yaşanan derin krizin çözümü için "ülkelerin çıkarlarını ve mezhep farklılıklarını geri plana bırakma" çağrısı da Müslüman ülkeler arasındaki mevcut güç rekabetinin trajik sonuçlarına işaret etmektedir.

Zira Arap Baharı'nın "kış"a dönüşmesinde; Suriye iç savaşında, Mısır'daki darbede ve şimdi Yemen'in parçalanmanın eşiğine gelmesinde bölgesel güçlerin büyük sorumlukları bulunmaktadır. Nitekim Erdoğan İslam dünyasına yönelik eleştirilerinde spesifik ülke ve liderleri hedef göstermese de kurduğu söylemle statüko güçlerini rahatsız etmektedir.

İslam ülkelerini dirilişe ve sorumluluğa aynı anda çağıran bu söylem otoriter rejimler altında yaşayan Müslümanlar için "aktif ve sorumlu özne" olmaya davettir. "Dökülen Müslüman kanını" durdurmayı istemek Müslüman halklara kendi kaderlerine sahip çıkmayı hatırlatmaktır.

Türkiye böylece Müslümanlar arasında istişarenin, ortak aklın, dayanışmanın ve entegrasyonun öneminden bahseden öncü ülke haline gelmektedir. Türkiye'nin aynı anda Batı'yı İslamofobi konusunda İslam dünyasını da mezhepçilik ve şiddet konusunda özeleştiriye çağırması iki dünyanın yükünü de yüklenmektir.

Sorulacak soru: bu yükü üstlenmek reel midir? Türkiye yönetilmesi zor bu yükten kaçamaz. Zira bu iki dünyanın imkânlarının da sorunlarının da parçasıdır. Batı ile İslam dünyası arasındaki ilişkinin özcü "haçlı Batı" ya da "İslami terör" klişelerine savrulması Türkiye'nin dünyasının da karışması demektir. Bu yüzden Batı ile de İslam dünyası ile de entegrasyonu "eleştirel" olmak zorundadır.

[Sabah, 23 Ocak 2013]

İlgili Yazılar
Hassas Bir Süreç
Yorum
Hassas Bir Süreç

Aralık 2024