Bugün “Balkanlar’dan” bahsederken bu kavram sanki tarih boyunca hep varmış gibi zihnimizde bir yer işgal ediyor. Oysa doğumunun 400. yılı sebebiyle bu yıl UNESCO tarafından Evliya Çelebi yılı ilan edilen büyük seyyah bize Yanya’dan, Arnavutluk’tan, Bosna-Hersek’ten, Kandiye’den, Selanik’ten, farklı Balkan şehirlerinden birçok anlatı sunduğu halde, kendisine “Balkanlar’ı” soracak olsak muhtemelen hiç görmediğini söyleyecekti. Zira Evliya Çelebi’nin yaşadığı dönemlerde Balkan kavramı henüz tedavüle sokulmamıştı. Çok değil, iki yüzyılı biraz aşkın bir zaman öncesine kadar insanlara Balkan kavramının hatırlattığı, “hiçbiryer”di. Yazılı kaynaklarda ilk defa 1808’de Alman Coğrafyacı Johann August Zeune’un “Balkan Yarımadası” şeklindeki tanımlamasıyla karşımıza çıkan bu kavram daha sonra 1831’de G. Thomas Keppel’in “Balkanlar’a Bir Seyahat” adlı eseriyle bir kitap ismi olarak literatüre girdi. Kökeni Farsçadan Türkçeye geçmiş ormanlarla kaplı sıradağ anlamındaki kelimeye dayanan Balkan kavramının kullanım yaygınlığı kazanması için 19. yüzyıl ortalarına kadar beklemek gerekecekti.
Günümüzde ise Balkan kavramı öyle bir yöne evrildi ki, ondan türetilen “Balkanlaşma” (Balkanization), siyasi terminolojide pejoratif bir anlama bürünerek, birbiriyle düşman veya işbirliğinden uzak, küçük parçalara bölünmüş bölge veya devlet anlamında kullanılır oldu. Dahası Balkan kavramı sadece parçalanmış coğrafyalar anlamına gelmiyor, aynı zamanda ilkelliğin, geri kalmışlığın bir ifadesi olarak sunuluyordu. Batı literatüründe Balkanlar hakkındaki ilk eserler macera romanları ve seyahatlerden oluşuyor ve bu eserlerde Balkan halkları vahşi, tehlikeli, barbar halklar olarak resmediliyordu. Coğrafi bir isimlendirmeyi tarihte, uluslararası ilişkilerde ve genel entelektüel yazında pejoratif bir tavsife dönüştüren ve Osmanlı’nın Rumeli-i Şahanesini önce Balkan yapıp sonra onu balkanlaştıran bu süreç iyi tahlil edilmeden Balkanlar’da yaşananları yorumlamak mümkün görünmüyor.
Balkanlar’ı Batıdan Farklı Kılan Unsurlar
Balkanlar Avrupa’nın bir parçası olduğu halde onu Batının ötekisi yapan, yanı başındaki yabancı haline getiren nedir? Balkan halkları da diğer Avrupa halkları gibi Hint-Avrupa kökenlidir; bölgede zengin bir etnik farklılık olmakla birlikte, ırksal farklılık yok denecek kadar azdır ve bölge Avrupa’nın Greko-Romen kültür mirasının bir parçasıdır. Fiziki uzaklık açısından bakıldığında ise Atina’yla Paris arası Kopenhag ile Madrid arasından daha fazla değildir. Buna rağmen Balkanlar’ı Batı için ötekileştiren en önemli saik, bölgenin tarihinde beş yüzyıldan uzun bir süre devam eden Osmanlı kimliğidir. Osmanlı’nın çok dinli, çok dilli ve çok etnisiteli yaşama imkan veren Osmanlı Barışı Pax Ottomana ile Balkanlar’da kurduğu istikrar, bölge halklarını aynı çatı altında bir arada tutmayı başarmıştır. Bu sebeple ulus-devletleşme süreci Batı Avrupa’dan çok daha sonra bu bölgede hayat bulmuştur. Bu noktada Balkanizm olarak adlandırabileceğimiz Batının Balkan dünyasına bakışı, Edward Said’in formüle ettiği şekliyle, Batının kendini üstün görerek Doğuyu ötekileştirdiği, ideolojik önyargıların ürünü olan Oryantalizmden çok da farklı değildir. Ancak kendine uzaklığa bağlı bir farazi bir öteki yaratan Oryantalizmin tersine Balkanizmin beslendiği kaynak, yakınlığa bağlı bir farazi yok sayma olmuştur.
Balkanlar Nereden Başlar?
Batının bölgeyi kendisiyle ilintilendirmemesinin ve yok saymasının bir neticesidir ki, 19. yüzyılın başında Avusturya Başbakanı Metternich’e göre Asya, zamanında Viyana’nın bir dış semti olan Landstrasse’ın bitiminden başlamaktadır. 19. yüzyılın Avrupa zihin dünyasında Uzakdoğu bugünküyle aynı manada kullanılıyorken, Ortadoğu Mısır ile İran arasında kalan bölgeyi ifade etmekte, Yakındoğu ise Türkiye ve Balkanlar’ı kapsamaktadır. Dönemin bazı Batılı aydınının, mesela en meşhurlarından biri olan Lord Byron’ın çalışmalarında “yabancı” olarak tanımlanan Balkanlar’ın bu yabancılığı uzaklığa değil, tersine coğrafi yakınlığına rağmen sahip olduğu farklılıklara bağlıdır. 1911’de yayımlanmış bir Yakındoğu haritasında Bosna’nın Banjaluka kazası en batı, Konya ise en doğu nokta olarak gösterilmiştir. Oysa bugün Uzakdoğu ve Ortadoğu’nun çağrıştırdıkları hemen hemen aynıyken, Yakındoğu kavramı ortadan kalkmış ve bu kavramın ifade ettiği coğrafya artık Güneydoğu Avrupa tabiriyle, Doğudan ziyade Batı olarak kabul edilir olmuştur. Balkanlar’ın Doğuya mı Batıya mı ait olduğu sorusu kadar önemli diğer bir tarihi soru da hangi ülkelerin Balkan olduğudur. I. Dünya Savaşı arifesinde Türkiye kesinlikle Balkanken şimdi artık neredeyse hiç Balkan değildir. Keza Yunanistan o dönemde Balkan olarak kabul görürken şimdi Balkan olmadığı ispatındadır. Macaristan eskiden bazen Balkanken şimdi hiç değildir ve Balkan eskiden kesinlikle Doğuyken şimdi artık tamamen Batıdır. Balkan kavramının bu tarihsel evrilimi, onun sade bir coğrafi tanım olmaktan çıkıp nasıl bir kavramsal tasarıma dönüştüğünün iyi bir göstergesidir.
Balkanlar’da Bölgesel İşbirliği Mümkün mü?
Balkanlarda etnik çoğulculuğa dayalı projelerin, kimliklerin bastırılarak inşa edilmesi durumunda uzun ömürlü olamayacağını, Yugoslavya’nın bir iç savaşla parçalanması örneği bize açık bir şekilde gösterdi. Öte yandan Balkanlar’da etnik homojenliğe dayalı ulus devletler inşa etmek, birbirine düşman kapı komşuları üretmek anlamına geliyor. 1992-1995 Bosna Savaşı ve 1998-1999 Kosova Savaşı, bu coğrafyada yüzyıllardır birbiriyle komşu olmuş insanların nasıl birer “kapıdaki düşmana” dönüştüğünün en iyi kanıtı. Bir siyasi psikoloji uzmanı olan J. F. Brown ulusu, “neseplerine dair ortak bir yanılgının ve komşularına dair ortak bir nefretin bir araya getirdiği insanlar topluluğu” olarak tanımlıyor. Meşruiyetini ötekileştirme üzerine kurmuş her ulus devlet için bu sözler geçerliyse de, tarih boyunca bir geçiş bölgesi olması hasebiyle bugün bir düzineden fazla etnik gruba ev sahipliği yapan Balkanlar’ın çok etnisiteli yapısını reddederek bir devlet kurgulamaya çalışanlar için bu biraz daha geçerli.
Bölgedeki huzursuzlukların son bulması için bölge halklarını birbirine bağlayan tarihi, kültürel ve ekonomik bağların güçlü bir şekilde yeniden tesisi gerekiyor. 8 Mart’ta Kosovalı ve Sırbistanlı yetkililerin ortak mevzuları konuşmak için AB’nin himayesinde Brüksel’de bir araya gelmeleri, Kosova’nın 2008’de bağımsızlığını ilan etmesinden beri gerçekleşen ilk ikili görüşme olması açısından özel bir öneme sahip. 10 Mart’ta ise Ankara ilk defa bir Sırp Başbakanını ağırladı ve bölgesel işbirliğini pekiştirmeye yönelik bir dizi anlaşma imzalandı. Başbakan Erdoğan’ın Türkiye ve Sırbistan’ın bölgesel ve uluslararası işbirliğine yapacağı olumlu katkının altını çizmesi; yine aynı tarihlerde gerçekleşen Yunanistan ziyaretinde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, korkulardan sıyrılarak birbirine yaklaşılması durumunda iki halkın sorunlarını rahatlıkla aşılabileceği üzerinde durması ve ilişkilerde yeni bir paradigmanın gerekliliğinden bahsetmesi, bölgede yok yönlü ve çok aktörlü bir politika değişikliğinin işaretlerini veriyor. Bundan birkaç gün sonra resmi temaslar için Türkiye’ye gelen Hırvatistan Cumhurbaşkanı Ivo Josipovic ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de gündeminde yine bölgesel işbirliği vardı. Balkanlar’da sınırları geçişken hale getirecek mekanizmaların daha aktif bir şekilde devreye sokulması, bölgesel kalkınma projeleri çerçevesinde üretim sürecinin ülkeler arası iş bölümüyle gerçekleştirilmesi ve ortak serbest ticaret bölgelerinin yaygınlaştırılması, bölgede entegrasyonu artıracaktır. Balkan ülkelerini birbirine yaklaştıracak uluslararası sivil toplum kuruluşlarının yaygınlık kazanması ve ortak kültürel ve tarihi birikimi ortaya koyacak çalışmalara hız verilmesi de bölgenin daha fazla balkanlaşmasına engel olacaktır.