Geçtiğimiz haftalarda diplomaside yoğun bir trafik yaşandı. İlk olarak İran Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri, beraberindeki askeri heyetle Ankara’ya resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Önce Genelkurmay’da Türk muhataplarıyla üst düzey bir toplantı yaptı; ardından da Bakiri Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edildi. Öncesinde ise Rus Genelkurmay Başkanı sessizce Ankara’ya gelerek muhataplarıyla bir görüşme gerçekleştirdi. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ürdün’e gitti ve ziyaret dönüşünde önemli açıklamalarda bulundu. Diplomasideki yoğun trafik, sonrasında da devam etti. ABD Savunma Bakanı Mattis, kısa Ortadoğu turu kapsamında Bağdat ve Erbil’in ardından Ankara’ya geldi ve Suriye başta olmak üzere Kuzey Irak’taki referandum ve PKK ile ilgili bir dizi kritik konuda Ankara’da temaslarda bulundu. Aynı gün Türk Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu önce Bağdat, sonra Erbil’e gitti. Bütün bu trafik, Suriye’de ve Suriye’deki sorunlar etrafında şekillenen birçok yeni gelişmenin yaşanacağını haber veriyor. Daha önemlisi, konuların hassasiyeti Türkiye’nin Suriye’de kritik bir dönemeçte olduğunu gösteriyor.
TÃœRKÄ°YE-Ä°RAN HATTI
İran Genel Kurmay Başkanı’nın ziyareti, 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra askeri komuta kademesince gerçekleştirilen ilk en üst düzey ziyaret olması bakımından sembolik önemi haiz. Aynı zamanda, İran’ın bir dizi konuda Türkiye ile yeni bir siyasi ve askeri angajmana girmek istediğini gösteriyor. Bu vesileyle Trump idaresinin İran’a yönelik yeni stratejisinin önünü almayı ve bölgesel ölçekte Arap Baharı sonrası elde ettiği kazanımları korumayı amaçladığı görülüyor.
Türkiye, böylesi bir arayışın hedefine ulaşması bakımından İran için önemli aktörlerden biri. Nitekim İranlı heyetin Türk tarafına sunduğu çerçeve ortaklık metni, bir dizi bölgesel konuda ortak hareket etmeyi önerirken, özellikle savunma alanında bazı kritik projelerin birlikte hayata geçirilmesini talep ediyor.
Suriye krizi başta olmak üzere, Kuzey Irak’ta gerçekleşecek referandum ve PKK konusunda görünüşte ortaklaşan öncelikler, iki aktörü her zamankinden daha çok birbirine yaklaştıracak cinsten. Özellikle Suriye konusunda iki başkentin birbirine tam olarak güvenmediği gözlemlense de Kuzey Irak referandumu ve PKK konusunda bir ortaklık olduğu aşikâr. Öte yandan, son Katar kriziyle birlikte Türkiye ile Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında gerginlik oluştuğunu düşünen Tahran, bu krizi Türkiye ile yakınlaşmak için bir fırsat olarak görüyor.
İDLİB’TE İHTİMALLER
Ne var ki Tahran-Ankara hattında Suriye konusunda tam bir ortaklık oluştuğunu söylemek pek mümkün değil. Neticede Tahran ve Ankara hala farklı tarafları destekleyen bir görüntü arz ediyor.
Astana süreci ekseninde ortaya çıkan üçlü uzlaşı halen devam ediyor olsa da son haftalarda İdlib konusunda Türkiye’nin, Rusya-İran ve ABD arasında iki cepheli baskı altına alınması Suriye krizini yeni ve daha karmaşık bir yöne çevirebilir. Rusya ve İran, İdlib’in Heyetu Tahriru’ş-Şam (HTŞ) tarafından kontrol edilmesinin rejime ve kendi önceliklerine bir tehdit oluşturduğunu düşünüyor. Türkiye ise İdlib’in de Astana süreci ile varılan çatışmasızlık bölgelerine dâhil edilmesini savunurken, Moskova ve Tahran yönetimi HTŞ’nin Türkiye tarafından hedef alınmasını istiyor. Bununla amaçlananlar ise, Suriye rejiminin Halep’de olduğu gibi çatışma baskısından kurtarılması, kuzeydeki askeri muhalefetin tamamen tasfiye edilerek azla yetinecek ölçüde siyasi bir güzergâha girmesi ve böylece rejim ve destekçileri üzerindeki askeri riskleri tamamen minimize etmek.
Tam da bu noktada İran’ın Türkiye’ye önerisi devreye giriyor. Tahran yönetimi, Türkiye’ye DEAŞ sonrası, nasıl olacağı tam olarak bilinmese de, PKK ile bölgesel ölçekte iki ülkenin birlikte inisiyatif alacağı muğlak bir mücadele sözü veriyor. Her ne kadar Kandil’e ortak operasyon başta olmak üzere söz konusu önerinin İran tarafından yapıldığı Tahran tarafından yalanlanmış olsa da; bu durumun tipik bir İran diplomasisi taktiği olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nihayetinde Türkiye’nin, İdlib’e yönelik askeri bir angajmana girmesiyle Suriye muhalefeti üzerindeki etkisinin tamamen kaybolmasını bekleyen Tahran; Suriye krizini Türkiye’nin Esed rejimini sorunsallaştırmadığı bir denkleme oturtmayı hedefliyor.
FIRAT KALKANI’NDAN DAHA ZOR
Türkiye ise İdlib bölgesinde radikal unsurların varlığını kabul etmekle birlikte topyekûn bir müdahalenin İdlib’i ikinci Halep haline getireceğinin farkında. Bunun Halep’ten daha farklı sonuçlar üreteceği ise oldukça açık. Öte yandan, Türkiye’nin böylesi bir stratejiye yatırım yapması, asıl düşmanı olan PKK’yı hangi ölçüde geri püskürtebileceği ile doğrudan ilgili. Bu noktada Türkiye’nin Afrin, Tel Rıfat ve Menbiç başta olmak üzere Fırat Kalkanı Harekât bölgesine baskı oluşturan PKK kontrolündeki bazı köylere yönelik askeri bir angajmana girme olasılığı yükseliyor. Aksi takdirde Türkiye’nin asıl hedefi ve düşmanı olan PKK’yı bırakıp İdlib’de kendisine yeni düşmanlar kazanacak bir askeri hareketliliğe girmesinin her hangi bir rasyonelliği kalmayacaktır. Nihayetinde, İdlib konusunda Türkiye’nin bir tarafta ABD, diğer tarafta ise Rusya ve İran arasında dengeli ve Türkiye’ye ekstra maliyetler üretmeyecek bir stratejiyi tercih etmesi gerektiği oldukça açık.
Bu noktada, Türkiye’nin İdlib konusunda eğer sınırlı bir askeri müdahale gerçekleşecekse üç farklı alternatifinin olduğunu söyleyebiliriz. Birinci alternatif, Türkiye ile ÖSO unsurlarının İdlib’e yönelik bir operasyon gerçekleştirmesi. Bu alternatifin, Türkiye’nin askeri olarak daha fazla güç kullanmasını gerektireceği oldukça açık. Hali hazırda İdlib bölgesinde HTŞ’nin 20 bin kişilik bir kuvveti elinde bulundurduğu tahmin ediliyor. Böylesi bir kuvveti hedef almak, hedef gerçekleşse bile Türkiye’nin 2,5 milyon insanın yaşadığı Fırat Kalkanı Harekatı bölgesinden daha büyük bir coğrafi alanda harekât sonrası süreci nasıl yöneteceği gerçekten soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Üstelik Rusya, rejim, İran ve ABD için hasım olana karşı temizlik yapmanın maliyetini neden Türkiye tek başına karşılasın sorusu da burada önemi hale geliyor.
İkinci alternatif ise, Türkiye, Rusya ve ÖSO unsurlarıyla birlikte gerçekleşecek bir müdahale. Bu alternatifin daha yüksek bir olasılık olduğu Ankara’da konuşulan senaryolar arasında. Ancak bu müdahaleye rejim ve İran destekli milislerin de katılma ihtimalinin yüksek bir olasılık olması bu alternatifi daha karmaşık hale getirebilir. Nihayetinde böylesi bir operasyon sonrası, muhalefetin rejim karşısında daha güçsüz kalacağı aşikârken ve bu bölgenin de rejime kayma olasılığının sonradan mümkün olduğu düşünülürse; Türkiye için Suriye siyasetinde bu durumun ne anlama geldiğini herkes tahmin ediyor.
ABD KURNAZLIÄžI
Üçüncü senaryo ise Rusya ve İran’ı dışarıda bırakan ve ABD ile Türkiye’nin birlikte yürüttüğü bir operasyon. Mattis, Ankara ziyaretinde muhtemelen bu bölgedeki radikal unsurların varlığını dile getirdi ve bu konuda Türkiye’den bir talepte bulundu. Ancak talebin Türkiye’nin PKK’ya yönelttiği enerjiyi azaltacağı ve Ankara’nın muhtemel Afrin ve diğer bölgelere yönelik askeri angajmanlarını sınırlayacağı çok açık. Üstelik bu senaryoda, ABD sadece havadan destek vermek suretiyle meseleyi Türkiye ve ÖSO eliyle halletmeye çalışacak. Geçmiş tecrübelerin gösterdiği gibi, eğer sahada Türkiye varsa ABD’nin hava desteğinin hangi aktörlerin elini rahatlattığını bilmeyen yok. Dolayısıyla her üç senaryo da, Türkiye için ciddi riskleri içinde barındırıyor. Bu durumda Ankara’nın üzerinde karar vermesi gereken en temel husus şu; Türkiye için asıl düşman kim ve bu düşmana boyun eğdirmek için ABD, Rusya ve İran arasında nasıl bir denklem kurulmalı? Elbette bu sorunun basit bir cevabı yok. Ancak bu tercihler arasında Türkiye’nin maliyeti ve riski en az olanı tercih etmesi gerektiği oldukça açık. Bana kalırsa, Türkiye’nin PKK’yı öncelikli hedef haline alması ve İdlib ile Suriye stratejisini bu eksende oluştururken yeni oluşan bölgesel dinamikleri arkasına alması gerekiyor. Suriye krizini Türkiye’nin seçenekleri açısından sadece PKK’ya indirgemek, daha önce yapıldığı gibi Suriye krizini sadece tek aktöre indirgemekten farklı bir sonuç üretmez.
Geldiğimiz noktada, Ankara ya PKK meselesini kendi inisiyatifle halletmeye çalışacağı bir realite oluşturacak ya da ABD’ye rağmen, diğer bölgesel aktörlerle yakın işbirliği yaparak daha kontrollü fakat aynı zamanda Suriye ve Irak’taki bütüncül resmi kaçırmayan böylelikle de iki ülkede inisiyatifi kaybetmeyen bir yaklaşım sergileyecek. Buradaki asıl merak konusu, bu süreçten Washington’un nasıl bir ders çıkaracağı.
[Star, 06 Eylül 2017].