2015 yılında İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimî üyesi beş ülke ve Almanya (P5+1) arasında nükleer sorunun çözümüne dair anlaşma (Kapsamlı Ortak Eylem Planı-KOEP) imzalandığında birçok uzman, artık ABD ve Avrupa ile sorunlarını çözen İran’ın bölgede yayılmacı bir politika izleyeceği ve Orta Doğu’yu domine edeceği öngörüsünde bulunmuştu. Ancak Tahran’ın bölgede zaten belli bir süredir izlediği nüfuz politikasının belki kuvvetleneceğini ama bu politikanın İran’ın bölgedeki etkinliğini artırmak yerine yıpranmasına yol açacağını söyleyenler de vardı ki, bu satırların yazarı bu ikinci gruba mensuptu.
Obama yönetiminin Orta Doğu’daki Sünni, Şii ve Vehhabi grupları birbirlerine karşı bir denge unsuru olarak kullanma politikası çerçevesinde İran’la anlaşıp bazı Sünni ve Vehhabi aktörleri sınırlandırmak istediği doğru olabilir. Ancak ABD’deki Yahudi lobisinin etkinliği ve İsrail’in İran’ı tehdit sıralamasında en başa yerleştirmesi gerçekleri yan yana konduğunda, Washington yönetiminin İran’a yönelik sıkıştırma politikasına uzun süre ara vermesi düşünülemezdi.
Ama bu gerçeği iyi hesap edemeyen Tahran yönetimi, P5+1 ile anlaşmayı imzalamasının ardından Orta Doğu’daki nüfuz politikasına hız verdi ve kendi ekonomik ve askerî kapasitesini aşan angajmanlara girdi. Lübnan’dakine benzer şekilde Suriye, Irak ve Yemen’de İran’ın etki alanına hizmet eden silahlı gruplar oluşturuldu ve desteklendi. Yeniden artan petrol ihracatından elde edilen gelirler İran’ın bu yayılmacı politikalarının hizmetine sunuldu. Tahran yönetimi, bütün bu angajmanları yayılmacı değil savunmacı bir politikanın adımları olarak görüyordu. “ABD-İsrail eksenli bir emperyalist blokun İran’ın liderlik ettiği direniş eksenini çökertme” girişimine karşı İran’ın savunmasının Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen’de başladığını iddia ediyordu.
Ancak ABD’deki İsrail lobisinin Washington’u Tahran’a karşı yeniden harekete geçirmesi İran’ın beklediğinden çok kısa sürdü. 2016 Kasım seçimlerini kazanıp 2017 Ocak ayında başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump, ABD’nin gelmiş geçmiş en İsrail yanlısı başkanlarından birisi olduğunu gösterdi ve ülkesini aşırı İsrail yanlısı politikalara geri döndürdü.
İran’a karşı yeniden ve daha ağır bir şekilde yürürlüğe konan yaptırımlar bu ülkenin petrol satışını yüzde 90 civarında azaltırken, ocak ayında İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Irak’ta öldürülmesi ABD’nin İran’ın nüfuzunu sınırlandırma meselesini ne kadar ciddiye aldığını gösterdi. Kasım Süleymani, Tahran’ın nüfuz siyasetinin sembolüydü ve onun öncülük ettiği operasyonlar petrol gelirleriyle finanse ediliyordu.
Bu süreçte İran’ın en büyük kaybı ise, İsrail saldırganlığına karşı mücadelesiyle İslam dünyasında yüksek bir prestiji olan Hizbullah gibi aktörleri Suriye iç savaşına sürerek Sünni dünyada kendisine karşı ciddi bir nefretin oluşmasına yol açması oldu. Bu nefret ABD-İsrail ekseninin İran karşıtı politikalarını kolaylaştıran bir faktör oldu.
Petrol satışlarının sınırlandırılmasıyla birlikte en büyük gelir kalemini kaybeden İran’ın Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen’deki angajmanlarını devam ettirmeye çalıştığı görülüyor. Ancak bu politikanın milyarlarca dolarlık maliyeti İran’ın belini iyice bükmüş durumda. Yoksulluk altında ezilen halkın yönetime karşı memnuniyetsizliği artıyor. Covid-19 krizi öncesinde kitlesel gösterilerde yüzlerce insan hayatını kaybetmişti.
İran’daki halkın bir bölümünün kuvvetli ideolojik motivasyonu belki her şeye rağmen rejimi ayakta tutmaya hâlen yetiyor ama Tahran yönetiminin artık böyle giderse yolun sonuna yaklaştığını fark edip politikalarını değiştirmesi gerekiyor. Orta Doğu’da İsrail’in çıkarları ekseninde oluşmuş blokun hedefindeki bütün aktörlerin ortak hareket etmesi gerektiğini görmesi ve mezhepçi reflekslerle hareket etmeyi terk etmesi hem İran’ın hem de bütün bölgenin faydasına olacaktır.
Bütün okurlarımın ve İslam dünyasının mübarek Ramazan Bayramını tebrik ediyorum...
[Türkiye, 23 Mayıs 2020].