Körfez ülkelerinin son dönemde yaşadıkları gerginlik, ivmesini kaybetmeden devam ediyor. Katar’a uygulanan abluka sürerken, diplomatik kanallar yoluyla yeni çözüm yolları bulmanın peşinde. Kahire’deki toplantıdan altı prensip etrafında diplomatik çözümün şekillenmesi kararı çıktı. Bu daha önce Katar’dan istenilen on üç maddelik talep listesinden içerik olarak oldukça farklı. Açıklanan altı prensipte daha geniş tanımlamalar dikkat çekerken, bir önceki talep listesindeki somut maddelerden özellikle kaçınılmış. Buna mukabil Katar ise kendisine abluka uygulayan ülkelere uluslararası hukuktan doğan hakları çerçevesinde dava açacağını duyurdu.
Washington Post gazetesinin siber saldırının arkasında Birleşik Arap Emirliklerinin olduğu haberinin ardından Katar da kendi araştırma komisyonunun ulaştığı sonuçları açıkladı. Buna göre Katar resmi ajansı QNA’ya 23 Mayıs tarihinde BAE kaynaklı bir siber saldırı düzenlendi. Dolayısıyla Katar krizinin başlamasına neden olan internet haberinin planlı bir saldırı olduğu ve bu saldırının arkasındaki gücün BAE olduğu vurgulandı. Bununla birlikte krizin sonlanması için arabuluculuk rolünü üstlenen Kuveyt, ülkedeki terör hücrelerine İran ve Hizbullah’ın destek verdiği gerekçesiyle İranlı diplomat sayısının azaltılmasını ve İran büyükelçisinin ülkeyi terk etmesini istedi. Peki, bütün bu karmaşa ve gerilimi oluşturan dinamiklerin asli sebebi nedir?
GÜVENLİK TRAVMASI
Körfez ülkelerinin ortak kaygılar etrafında oluşturdukları işbirliğine rağmen kendi içerisinde bir bütün olarak hareket etmemesi aslında yeni bir durum değildir. Ancak bölgesel meselelerin boyutu ve Ortadoğu’da geçmişe kıyasla küçük Körfez ülkelerinin daha etkili konumda bulunmaları sebebiyle ortaya çıkan ihtilafların etkisi de büyük olmaktadır. Gerek Soğuk Savaş döneminde gerekse de II. Irak işgaline kadarki süreçte Suudi Arabistan haricindeki Körfez ülkelerinin bölgede herhangi bir nüfuzları bulunmamaktaydı. Ekonomik olarak oldukça iyi durumda olmalarına rağmen özellikle diplomatik bir güçleri yoktu. Bu aynı zamanda Riyad yönetiminin diğer Körfez ülkelerini kontrol altında tutmasını da kolaylaştırmaktaydı. Öte yandan ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile ortaya çıkan boşluktan bölgedeki her ülke gibi Körfez ülkeleri de yararlanmaya çalıştı. Daha aktif ve iddialı bir dış politika tercih eden bazı Körfez ülkeleri bölgesel meselelere daha fazla angaje oldular. Bu angajman beraberinde belli fırsatlarla birlikte birçok risk de getirdi.
Arap Baharı süreciyle birlikte ortaya çıkan tablo ise daha derin problemlerin Körfez’i domine etmesine neden oldu. Arap sokaklarının karışması Körfez monarşilerinin korkulu rüyası olan rejim değişikliği sorununu alevlendirdi. Elbette isyan dalgasının Körfez bölgesinde fazla etkin olmaması için tedbirler alındı. Bahreyn örneğinde görüldüğü üzere gerektiğinde sert güç unsurları dahi kullanıldı. Burada temel öncelik rejim güvenliği ile bütünleşen ulusal güvenliği tehdit eden böylesi bir bölgesel canlanmanın ilk etapta Körfez bölgesinde alan kazanmasının önüne geçmekti. İkinci olarak bu canlanmayı bölgede boğmak ve dinamizmini kırmaktı. Ancak bu hedefleri gerçekleştirmek için bölgede daha fazla inisiyatif alma ve farklı vizyonlarla çatışmayı göze almak gerekti. Bu nedenle Körfez ülkelerinin savunmacı aktivizm olarak adlandırabileceğimiz bir stratejiye yöneldikleri söylenebilir. Tamamen güvenlik öncelikli endişelerle bölgede ortaya çıkan tehditleri bertaraf etmeye odaklanan bir dış politika uygulandı. Elbette bu stratejinin uygulanmaya konulmasının yegane sebebi Arap Baharının dinamikleri değildi.
Arap Baharı ile eş zamanlı olarak ABD’nin Körfez güvenliğine yönelik güvenlik şemsiyesini kaldırma kararı Körfez ülkelerinin güvenlik travması yaşamalarına sebep oldu. Obama’nın Körfez bölgesinin ABD’ye ürettiği maliyetten kurtulmak istemesi ve İran ile nükleer anlaşma yapma isteği bu travmanın daha da katlanmasını sağladı. ABD ile tarihinin en kötü ilişkisini Obama iktidarında yaşayan Körfez ülkeleri, bir yandan bölgedeki tehditler ile uğraşırken diğer taraftan ABD’nin boşluğunu kapatmaya yönelik hamlelerde bulundular. Savunma harcamalarının arttırılması ve alternatif küresel ve bölgesel güçler ile temasa geçmek bu endişenin sonuçlarındandır. Özellikle Suudi Arabistan ve BAE bölgede agresif bir dış politika tercihinde bulundular. Körfez’in hemen yanında cereyan eden Yemen probleminde bu agresiflik rahatça görülebilir. Dolayısıyla Ortadoğu’daki devlet ve devlet dışı aktör kaynaklı güvenlik sorunlarının Körfez ülkelerindeki etkisi göz önüne alınarak hâlihazırdaki mevcut ihtilaflar ele alınmalıdır.
PERSPEKTİF FARKLILIĞI
Körfez ülkeleri arasında ortaya çıkan ihtilafın bu denli geniş etkileri olması Katar’ın bölgedeki pozisyonu ile doğrudan ilintilidir. Katar bölgede hemen hemen her aktörle temas kurabilen ve bölgesel meselelerle ilgili pozisyon alabilen bir ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Katar’ı hedef alan her girişimin dolaylı olarak birçok aktöre yönelik mesaj niteliği taşıması yadsınamaz. Arap Baharı sürecinin bölgede akamete uğratılmasında Suudi Arabistan ve BAE’nin çabaları ve etkileri büyüktür. Ulusal ve bölgesel statükonun korunması hedefi uğrunda bu ülkeler tüm imkânlarını seferber ettiler. Katar ise bölgede değişime mesafeli durmayarak halkların taleplerinin dikkate alınması yönünde irade ortaya koydu. Aslında Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan bu perspektif farklılığı kriz alanlarının boyutuna göre gerilim kaynağı oluşturdu. Örneğin Yemen konusu bu perspektif farklılığında fazla bir kriz oluşturmazken Mısır meselesi bölgesel önemi itibariyle gerilime sebep olmuştu. Katar asli olmasa da kısmi bir pozisyon yumuşaklığına giderek 2014 yılındaki krizi bir yılı doldurmadan sonlanmıştı.
Bu son krizin altında yatan sebebin ise boyutu itibariyle bölgenin bir başka temel sorunu olan İran meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Krize konu edilen argümanlardan talep listesi arasındaki uyuşmazlığa ve siber saldırı gibi planlı bir saldırı ile Katar’ın terörle itham edilmesine kadar çizilen tablo ihtilafı net olarak ortaya koymamaktadır. Körfez ülkelerinde daha şahin bölgesel bir duruş sergilenmesini isteyen kadroların etkin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Suudi Arabistan’da yaşanan veliaht değişimine de bu pencereden bakılabilir. Dolayısıyla İran konusunda önümüzdeki dönemde daha sert adımların atılması planlanıyor olabilir. Burada Trump’ın ve İsrail’in Körfez bölgesindeki bu şahin kanadı desteklemesi ve İran karşısında saldırgan bir tutum takınması şaşırtıcı olmayacaktır. Bu açıdan Trump ve İsrail’in Körfez’e bakışlarında ve Körfez siyasetinin geleceği hakkında bir örtüşme söz konusudur. Elbette İran’a yönelik nasıl bir müdahale olacağı şu an belirsiz. Ancak ambargoların tekrar devreye sokulmasından askeri seçeneklerin kullanılmasına kadar birçok sınırlama tedbirinin orta vadede devreye sokulacağını ifade edebiliriz.
Körfez ülkelerinin önce bölgesel düzlemde yaşadıkları güvenlik problemlerini kısmen bertaraf etmeleri ile öncelikler değişmeye ve Körfez içerisindeki rekabet daha fazla ön plana çıkmaya başladı. Katar ve diğer Körfez ülkeleri, Ortadoğu’da yaşanan kriz alanları ile meşgul olurken üstüne gidilmeyen ve bir şekilde kapatılmaya çalışılan konular özellikle şahin politikalar isteyen kanatta rahatsızlık oluşturdu. Bu rahatsızlık ile birlikte komşu devletler hakkında tutum belirlemede yaşanan ayrışmalar Körfez kararlılığını zayıflatacak bir engel olarak görüldü. Yemen, Suriye, Irak ve Lübnan’da İran tehdidini göğüslemeye çalışan Suudi Arabistan öncülüğündeki Körfez ülkeleri açısından İran’a yönelik muhtemel bir saldırgan tutum için gerekli olan eşgüdüm sağlanmalı ve bu eşgüdümü bozacak aktörler hizaya getirilmeliydi. İşte son Katar krizinin temel dinamiğini bu endişenin oluşturduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla bölgeden Körfez’in içine doğru taşınan gerilim bölgesel düzenin geleceği ile ilgili en hayati konu olan İran’ın nasıl sınırlandırılacağı sorusuyla doğrudan irtibatlıdır.
KÖRFEZ’DE YENİ İTTİFAKLAR
Öte yandan ABD’nin bu krizdeki ikircikli tavrı Ortadoğu ülkeleri açısından bir kez daha ibret verici tecrübeler taşımaktadır. ABD taraflar arasında bir yandan arabuluculuk görevi üstlenirken diğer taraftan maksimum fayda ile krizden nemalanmayı kolayca başarabilmektedir. Elbette ABD’nin belirleyeceği tavır krizin nihayete ermesinde önemli bir rol oynayacaktır. ABD Başkanı Trump’ın İran sorunu hakkında Umman Kralı’nın kapısını çalması bu bakımdan dikkat çekicidir. Keza Cumhurbaşkanı Erdoğan da 23-24 Temmuz’da Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar’a ziyaretler gerçekleştirerek krizi sonlandırmaya çalışmaktadır. Körfez ülkeleri güvenlik travmasını Körfez’in içine taşıdı ve bundan sonraki her aşamada bu güvensizlik algısıyla birbirlerine yaklaşacaklardır. Belki de Körfez ülkelerinin ulusal güvenlik çıkarları bundan sonra her birinin farklı bir bölgesel güçle hareket etmesini gerektirecektir. Böyle bir tablo “Körfez ülkeleri” kavramının da ortadan kalkmasını beraberinde getirecektir.
[Star Açık Görüş, 23 Temmuz 2017].