Türkiye’nin modelliği tartışmalarına iki sebepten dolayı mesafeli durdum. Birinci sebep, bu tartışmaların bir paketleme çabasının sonucu olarak sentetiklik içermesidir. İkincisi ise bu tartışmaların aslında uluslararası sistemin başat güçlerinin ajandasının bir uzantısını teşkil etmesidir. Neticede her ülkenin tecrübesi kendine has şartlarda gerçekleşir, kopyalanamaz ancak ilham kaynağı olabilir. Bu yüzden, “ılımlı İslamcıların” iktidara geldiği Arap isyanlarının ilk günlerinde, AK Parti yönetimindeki Türkiye’yi “model” olarak sunmaya itirazım vardı. Bugün de Türkiye’yi “İslamcı-otoriter,” “Batı’dan uzaklaşan” ve “yalnız” olarak resmeden “tersine modellemeci” bakışa karşıyım.
Bu bakış, Türkiye’de yaşanan dönüşümü anlamayı imkansız kılan ideolojik çarpıtma ve iktidar mücadelesi içermektedir. Daha önemlisi, Batı başkentlerinin Türkiye’nin “hizaya getirilmesi” amacına matuf dönemsel ihtiyaçlarına hizmet etmektedir. Ve AK Parti iktidarını sadece demokratikleşmeye değil aynı zamanda “İslamcılığa da ihanet eden” hatta onu “iflasa sürükleyen” bir başarısızlık örneği olarak sunmaktadır.
Halbuki bu iki yaklaşım da ne Ortadoğu’nun ne de Türkiye’nin karmaşık gerçekliğini doğru okumakta, sağlıksız bir genellemenin kapanına sıkışıp kalmaktadır. AK Parti’nin Türkiye’deki İslamcılıkla kurduğu özgün ilişkiyi bir çırpıda olumlu ya da olumsuz hükme bağlamaktadır.
Türkiye son üç yılda yaşanan siyasi türbülansta devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması yolunda sancılı bir süreçten geçmektedir. Bu süreç 2002-2010 döneminde gerçekleşen ve övülen reformların Türkiye şartlarında ve etrafındaki bölgenin krizleri içinde yeniden ele alınmasıdır.
Paralel darbe teşebbüsü ile kurumları yıpranmış ve Irak ile Suriye’deki iç savaşın uzantısı PKK, PYD ve DAEŞ’ın çok boyutlu terör dalgası ile mücadele eden bir demokrasinin işi elbette kolay değildir. Bu yüzden yaşanan şey demokrasinin gerilemesi değil; yerleşmesi için devlet kurumlarını daha etkin bir forma büründürme çabasıdır. Yeni Anayasa ve sistem değişimi de bu çabanın merkezinde yer almaktadır.
Bütün bu çözümlemeler Türkiye’nin Ortadoğu halkları için önemini azaltmıyor. Yaşanan bütün sıkıntılara rağmen Türkiye tecrübesi bölge halkları için ilham kaynağıdır. Dahası, Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam İşbirliği Teşkilatı 13. Zirvesi’nde yaptığı “kendi sorunlarımızı işbirliği içinde biz çözelim” çağrısında görüldüğü üzere bölge insanına söyleyecek sözü olan bir ülkedir.
Şimdi, Türkiye’yi beyaz ve siyah olarak resmeden iki zıt modelleme yaklaşımının sorunlarına yakından bakalım.
“MODEL” GÖSTERİLMENİN MALİYETİ
Batı basınında popüler olduğu dönemde Türkiye “modelinin” başarısı dört unsura dayandırılmıştı; demokratikleşme, Batı ile entegrasyon, serbest piyasa kapitalizmine uyum ve ılımlı İslam anlayışı.
Arap isyanları öncesinin bölgesel statükosunda bu dört unsurun sentezi Batı başkentleri için olumlu bir örnekti. 2009’dan itibaren İsrail ile ilişkilerin gerilmesi, “Batı’dan kopma” ve “İslamcı kayış” tartışmalarını tetiklese de bugünkü düzeye ulaşmadı.
2011’den itibaren Türkiye’den beklenen Arap isyanlarının getirdiği istikrarsızlığın yükünü “büyük ordusu” ile yüklenmesiydi.
ABD Başkanı Obama’nın The Atlantic dergisine verdiği mülakatında belirttiği gibi Suriye iç savaşına müdahil olmaması Erdoğan yönetiminin “fiyasko” olarak görülmesinin başlıca nedeni. Eğer Türkiye böylesi bir savaşa girseydi alacağı güvenlik tedbirleri büyük ihtimalle “otoriterleşme” bağlamında değerlendirilmezdi.
Arap isyanları Libya, Suriye ve Yemen’de olduğu gibi devrim arayışından iç savaşa ve Mısır’da olduğu gibi statükonun geri dönüşüne evrildiğinde model tartışmasının ne kadar kırılgan olduğu ortaya çıktı.
Türkiye tecrübesi deyince seküler ya da İslamcı elitlerin; Batı medyasının ya da Ortadoğu halklarının çoğu zaman birbirine zıt unsurları öne çıkardıkları anlaşıldı.
Dahası, Mursi yönetimi gibi “ılımlı İslamcılar” kendi örneklerini bildikleri yoldan gerçekleştirmeye yöneldiler. Batı başkentleri ılımlı İslamcıların hiç de Batı endeksli olmadıklarını, eninde sonunda kendi milli menfaatlerini yeniden tanımlayarak gerçekleştirmeye
çalışacaklarını fark etti. Avrupa Birliği müzakerelerindeki Türkiye bile Batı ile “eleştirel entegrasyon” peşindeydi. Esasında bu ülkeler iç istikrarı sağlayacak “kapsayıcı” bir yönetim de kuramıyorlardı. Bu halde İslamcıların iktidarda olması yerine bildik otoriter yönetimler tercih edilebilirdi.
“Ilımlı İslamcı” proje istenilen sonucu vermemişti. ABD ucundan tuttuğu ve gerçekten hiçbir zaman inanmadığı bir projeyi terk etmekte beis görmedi. Zaten İslamcıların “demokrat” olamayacağını Mursi “kısacık” iktidarında yeteri kadar göstermişti.
Suudi Arabistan ve BAE’nin, “demokratik İslam” fikrinin gelişmemesi için elinden geleni ardına koymadığı ortamda, “sivil” destekli Sisi darbesine gösterilen “hoşgörü” Batı’nın Arap isyanlarına ihanetiydi. Halkını bombalayan Esed yönetimine verilen müsaade ise Batı menşeli “insanlık” fikrine vurulan ölümcül darbe oldu.
MODELLEME YAKLAŞIMININ SORUNU
Halkların tercihinin ya da kimilerine göre İslamcı yönetimlerin yanında yer alan Türkiye’nin tek başına isyanları demokratikleşme dalgasına çevirmesi mümkün değildi. Bu noktada Obama yönetimi sadece isyanların iç savaşa ve otoriterliğe dönmesine göz yummadı, Ortadoğu’yu da küresel ve bölgesel güçlerin rekabetinin olumsuz sonuçlarının sarmalına; terör örgütlerinin, vekalet savaşlarının ve mezhepçiliğin karanlık dünyasına bıraktı.
Model diliyle konuşacak olursak, Türkiye’nin ilham veren bir “model” olabileceği demokratikleşme dalgası boğuldu. Türkiye, Suriye ve Mısır örneğinde olduğu gibi halkların tercihine sahip çıkma konusunda yalnız bırakıldı. Hatta diğer bölgesel güçler olarak Suudi Arabistan ve İran’ın çatışmacı “modelleri” tersine bir dalga yarattı.
Şimdi ise bu tersine dalganın ürettiği parçalanma, terör ve istikrarsızlık ortamının negatif sonuçları daha önce “liberal İslam tecrübesi” olarak adlandırılan “Türkiye modelinin düşüşü” olarak tasvir ediliyor. Dahası Türkiye’nin halkların tercihlerine saygı ilkesi de “Sünniciliğe sapma” şeklinde resmediliyor. Daha önce Türkiye’nin İran ile yakınlaşması için kullanılan “Batı’dan kopan İslamcı” etiketlemesi bu defa Türkiye’nin Suudi Arabistan ile geliştirdiği ikili ilişkileri tanımlamak için “Batı’dan uzaklaşan otoriter İslamcılık” formunda sunuluyor. Bu nitelemeler Türkiye’yi “tersine model” olarak sunma çabasının bir ürünüdür. Demokrasiden “İslamcı otoriterliğe” geçişin bir örneği olarak etiketleme gayretidir.
İşte bu minvalde uluslararası medyada “Batı değer sisteminden kopan” Türkiye’nin “NATO’da olmasının artık bir anlamı kalmadığına” yönelik argümanlar yer alırken diğer taraftan içeride de “dinci iktidarın demokratik yöntemlerle bırakmasını beklemek safdillik” vurgusu açık bir darbe çağrısına dönüşüyor. Bu zihin, terör örgütü PKK ile mücadeleyi de demokrasiden uzaklaşma olarak görüyor ve Türkiye’yi “Avrupa’nın hasta adamı” şeklinde nitelemek noktasına varıyor. Hatta Erdoğan karşıtı bu söylem “gidişi kanlı mı olacak kansız mı” formatında en aşırı noktalara ulaşıyor.
Modelleme yaklaşımının sorununa dönülecek olursa, AK Parti tecrübesinin Batı başkentlerinin muvafık-ılımlı İslam projesi çerçevesinde yürümediği anlaşıldığında tersine modellemeler başladı. Dahası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batı merkezli dünya sistemindeki adaletsizliklere vurgu yapması rahatsız edici bulundu. Bu noktada, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en son yaptığı “Mezhepçiliği aşalım, ümmetin maslahatına odaklanalım” çağrısının model yaklaşımını benimseyenlerce nasıl karşılanacağı açıkçası bir merak konusu.
[Kriter, 1 Mayıs 2016]