Geçen cuma günü Zaman Gazetesi’ne "kayyum atanması" ile Gülen hareketinin medya ayağı büyük ölçüde tasfiyesi edilmiş oldu.
ABD ve AB çevrelerinden "Avrupa değerleri" ve "özgür basın ve hukuka uygun yargılama" temaları etrafında bazı eleştiriler gelse de gündemi belirleyecek bir kamuoyu oluşmadı.
Bu eleştiriler paralel yapıya yönelik önceki operasyonlar ertesinde verilen tepkilerin devamı niteliğinde. Ancak elbette bu tepkilerin devletin "güvenlik tehdidi" tanımlamasına giren paralel yapıyla mücadeleyi sekteye uğratması beklenemez.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "paralel" tehlikeyi bertaraf etmeyi Türkiye devletinin "bekası" için ne kadar kaçınılmaz gördüğü malum.
Ve Zaman'a kayyum atanması eğitimden medyaya, adaletten güvenlik birimlerine kadar "aşırı örgütlenme" sahibi bir hareketin sonuna giden yolda kritik bir adım.
Yeni mecralarla medyada var olmaya devam etse de Gülen hareketi uzun yıllar boyunca "hizmet" söylemi ile sahip olduğu, "sembol değeri yüksek" kurumlarını kaybetti.
Gülen hareketinin MİT müsteşarının ifadeye çağrılması ile açığa çıkan iktidar oyunu Türkiye'deki dini hareketler tarihinin en "hazin" ve "ibretlik" bir sayfasını oluşturacak. "Ilımlı İslam'ın" temsilcisi, "hoşgörülü" bir hareketten "terör" örgütüne dönüştü.
Doğrudur, Gülen hareketinin "din adına" üretilmiş "konjonktürel" ve "fırsatçı" yüzü, Erdoğan'ın liderliği olmasaydı bu ölçüde ortaya çıkarılamazdı.
Ancak yine de bu sonucun ana sorumlusu hareketin öncülleri, tercihleri ve siyaset tarzıdır.
Hiçbir "dini" oluşumun hayal edemediği ölçekte beşeri ve maddi sermayeyi seferber eden Gülen hareketinin "başarısının" da "hezimetinin" de sebebi aynı: aşırı araçsallaştırma. Aşkın bir hedef adına insanların tercihlerinin, mallarının, görevlerinin ve hatta değerlerinin araçsallaştırılması.
İslam'ın özüne aykırı bir unsuru sonuna kadar kullandılar. "Hizmet" adına ve sonuç almak için her şeyi operasyonel görebilen zihnin dini değerlerle ilişkisi de gittikçe muğlak hale geldi.
Liderin meşrulaştırması bütün "taktik" ilişkileri kolaylaştırdıysa da "kirli operasyonları" ülkedeki dini hareketlerin önce rahatsızlığını sonra öfkesini çekti.
Mahkemeler üzerinden yürütülen "dava" görünümlü mali-cezai operasyonların "güven" hissini ne kadar zedelediğini umursamadılar.
Hz.Peygamber'in kendisine inanmayanları bile kapsayan "emin" olma sıfatının Gülen hareketini hızla terk ettiğini görmediler.
Seküler ya da takiyyeci bir hareket için bile yıpratıcı olacak siyaset tarzı Gülen hareketini dini cemaatlere yabancılaştırdı.
Bunu "kıskançlıkla" açıklamayı tercih ettiklerinde en büyük korunaktan mahrum kaldıklarını görmediler. Devletin, Gülen hareketine yönelik operasyonlarında cemaatlerin verdiği aktif- pasif desteğin temel sebebi de bu.
Gülen hareketi müdafaaya çekildiğinde de araçsallaştırmanın kurbanı oldu. Böylece "kendini yüceltmenin radikal haklılığı sendromu" içinde her türlü "kirli" taktik ilişkinin önü açıldı. Türkiye karşıtı olan ancak "faydalı" gördükleri bütün uluslararası ağlarla işbirliği içinde olmayı "hareketin selameti" için mubah gördüler.
"Direnelim" derken lobi gruplarından PKK'ya kadar bütün AK Parti muhaliflerine söylem, enformasyon ve nokta atışlı operasyon desteği verdiler. MİT TIR'larının durdurulmasından Türkiye'yi teröre destek veren konumda göstermek isteyen medya karalamalarına kadar.
İşte tam bu noktada "Türkiye merkezli" olmak buharlaşarak yerini Türkiye karşıtlığına bıraktı. Türkiye'de hiçbir hareket bu ülkeye karşıtlık üzerinden kalıcı olamaz. Gülen hareketi de direndikçe yeni işbirliklerinin "kaybeden," "ümitsiz," "taktiksel" partneri olmaya devam edecek.
Bu yalnızlık sadece kendilerinin dünyasında haklılığı olan "hazin" bir yalnızlıktır. Batılı dostların şifa bulamayacağı kadar derinlerde olan ölümcül bir yaranın tezahürü.
[Sabah, 8 Mart 2016].