SETA > Yorum |
İran-Suud Gerilimi Vekalet Savaşlarının Sonu mu

İran-Suud Gerilimi: Vekalet Savaşlarının Sonu mu?

İran hem bölgede oluşan güç boşluğunu hem de muhtelif ülkelerdeki Şii unsurları kullanarak bir yayılmacılık stratejisi izledi. İran’ın Şii nüfus üzerinden yürüttüğü tehlikeli stratejinin trajik sonuçları bütün bölge insanlarını yakından ilgilendirmektedir.

Geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan aralarında Şeyh El Nimr'in de bulunduğu 47 kişiyi “terör suçları”ndan idam ettiği açıkladı. İran'ın bu idama tepkisi sert oldu. Cumhurbaşkanı Ruhani ve Dışişleri sözcüsünden sert açıklamalar geldi, Suudi Arabistan maslahatgüzarı Dışişleri Bakanlığına çağrılarak nota verildi. Bu diplomatik manevraların yanında Devrim Muhafızları ise “Suudi Arabistan bu utanç verici eyleminin bedelini ödeyecek” şeklindeki açıklaması ise gerginliğin askeri boyuta sıçrayıp sıçramayacağı tartışmalarını gündeme getirdi. Suudi Arabistan'ın Tahran büyükelçiliğine yönelik saldırılar iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesine neden oldu. İdamlar Suudi Arabistan için sıra dışı bir ceza değil; Nimr de idam edilen ilk Şii değildi. Şeyh Nimr'in Ayetullah sıfatını taşıması ve Suudi Arabistan'daki Şiilerin önde gelen din adamlarından birisi olması, protesto dalgalarını anlamlandırmak açısından işlevsel olabilir ama iki ülkenin bu kadar gerilmesine neden olamaz. Dolayısıyla bölgesel rekabeti ve yüksek düzeyde devam eden Vekalet Savaşlarını göz önünde tutmadan ilişkilerin bu kadar gerginleşmesini anlamlandırmak mümkün değil.

MEZHEP SAVAŞI MI, İKTİDAR SAVAŞI MI?

İki ülke arasındaki güç ve nüfuz mücadelesi önce ABD'nin bölgeden çekilmesi, ardından Arap İsyanları ile görünürlük kazandı. İran'ın bölgesel düzeydeki bu mücadelede Şiilik ve ülkelerdeki Şii nüfusu kullanması, bu güç mücadelesinin mezhep savaşı olarak görülmesine neden oldu. Peki bir mezhep savaşı mı yaşanıyor? Gerginliğin iki tarafı İran ve Suudi Arabistan olunca mezhep aidiyetini analiz merkeze alan yorumlar, dominant bir hal alıyor. Şeyh Nimr'in idamı sonrasında düzenlenen protestolarda yer alan kesimlerin kimlikleri de bu yaklaşımları destekleyen bir unsur oluyor. Mezhep unsurunun bu görünürlüğüne rağmen mevcut çatışmaları “mezhep savaşı” olarak yorumlamak, metodolojik olarak sorunlu olmanın ötesinde, masum olmayan siyasi bir niyete tekabül etmektedir. Yerel yahut uluslararası bütün müdahale ve stratejileri gözden kaçırarak çatışmayı başta Şii-Sünni ayrımının üzerine oturtmak, çatışmayı körüklemekle kalmıyor aynı zamanda bu bölgenin kaderi olarak görülmesine sebep oluyor. Sünniler ve Şiiler bu kimlikere sahip oldukları için çatışıyor değiller; etnik veya mezhebi aidiyetler güç savaşı denkleminde modern ulus-devletler tarafından birer stratejik unsuru olarak kullanılmaktadır. Mevcut durumun bir mezhep savaşına evrilme ihtimali elbetteki var ve dikkat edilmesi gereken şey bu ihtimalin önüne geçmek için çaba sarfetmektir.

Tarihsel açıdan iki rakip İran ve S. Arabistan -doğrudan ve klasik anlamda olmasa da- bugün başta Yemen ve Suriye'de fiilen savaş halindeler. Her iki ülkenin de durumu ortada. Bahreyn ve Pakistan bu açıdan sıradaki ülkeler olarak görünüyor. Arap Ayaklanmaları başladığında, S. Arabistan'ın Bahreyn'e kendi askerini göndererek olası bir iktidar değişimini önlemesi, bu ülkenin S. Arabistan nezdindeki önemini gösterdi. İlişkiler gerginleştikçe İran'ın Bahreyn'deki Şii çoğunluk üzerinden gerçekleşebilecek bir ayaklanmayı desteklemesi uzak bir ihtimal değil. Nitekim zaman zaman Bahreyn'deki “insan hakları ihlalleri”ni gündeme getirmesi de bu anlamda bir işarettir. Pakistan için de durum çok farklı değil. Ülkede yaşayan yaklaşık 30 milyon Şii nüfus, Pakistan'ın uluslararası angajmanlarında sürekli hesapta tuttuğu bir husus. Gerek Yemen'e düzenlenen uluslararası operasyon gerekse Suud liderliğinde kurulacağı ilan edilen yeni askeri ittifakı teenni ile karşılamasının sebeplerinden biri de budur.

BÖLGESEL CEPHELEŞME

Yukarıda özetlendiği şekilde üçüncü ülkeler üzerinden devam eden çatışmalarla birlikte iki ülkenin doğrudan karşı karşıya gelmesi, “vekalet savaşlarının sonu mu” sorusunu akıllara getirmektedir. Bu yazının yazıldığı sırada Bahreyn, Sudan ve BAE'de diplomatik hamlelerle İran'a karşı cephe almış durumda. Bu ülkelerin S. Arabistan liderliğinde Yemen'e düzenlenen askeri operasyonda da yer aldıklarını göz önünde tutmakta fayda var. Buna karşın, Irak yönetimi ve Esed'ten İran'ı destekleyen açıklamalar duyacağımızı ve dolayısıyla bölgesel anlamda bir cepheleşmenin yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Üzerinde düşünülmesi gereken, bu cepheleşmenin askeri bir çatışmaya evrilip evrilemeyeceği sorusudur. Bölgesel düzenin garantisi olan ABD'nin bölgeden çekilmiş olması bu ihtimali güçlendiren bir unsur. Bu gelişmeden sonra İran hem bölgede oluşan güç boşluğunu hem de muhtelif ülkelerde Şii unsurları kullanarak bir yayılmacılık stratejisi izledi. Ancak söz konusu aktörlerin bölgesel düzeyde bir savaşı göze almaları da kolay değil. İran'ın Şii nüfus üzerinden yürüttüğü tehlikeli stratejinin trajik sonuçlarına bütün bölge insanlarını yakından ilgilendirmektedir. Düzenlediği uluslararası toplantılar aracılığıyla ön plana çıkardığı “Vahdet” söylemine rağmen, böylesi ihtimallerin İran'a maliyeti de büyük olacaktır.

Bu noktada Türkiye'nin tavrı hassas bir önem taşımaktadır. Son dönemlerde İran ile ilişkilerin gerilmesi ve S. Arabistan ile ilişkilerin stratejik bir ivme yakalamış olması, Türkiye'nin daha da dikkatli bir siyaset izlemesini gerektirmektedir. Mezhepçilik söylemleri etrafında yürüyen mücadele ve çatışma alanlarında bu tür söylemlerden uzak duran Türkiye, bu krizin çatışmaya dönüşmesini engellemek noktasında katkı yapabilir. Yine de gittikçe yükselen gerginliğin yumuşaması ilgili aktörlerin kendi politikalarına endekslidir.

[Yeni Şafak, 5 Ocak 2016]