Geçtiğimiz bir hafta içinde 2017 yılı için birçok değerlendirme yapıldı. Herkes kendi meşrebince ve durduğu yerden siyasete ve Türkiye'ye ilişkin bir şeyler söyledi.
Kimisi olan bitenden habersizmiş gibi davranarak Türkiye'nin uluslararası siyaset sahnesinde kayda değer bir başarı elde edemediğini ve dahası önümüzdeki dönem için bir vizyona sahip olmadığını iddia etti. Kimisi ise, yeni dönemin dinamiklerini gözden kaçırarak eski refleksler üzerinden bir değerlendirme yaptı. CumhurbaşkanıErdoğan ve AK Parti'yi hedef alarak yapılan analizlerin zaten bir karşılığı yok.
2017 yılında Türkiye'nin yakın çevresinde meydana gelen krizlerde oynadığı rol ve elde ettiği kazanımları sıralamak bile uzun bir liste oluşturacaktır. Halep'in düşüşünün ardından artık Suriye'de pek de bir rol oynayamayacağımıza dair değerlendirmeler kısa bir süre içinde tepe taklak oldu, çünkü Türkiye ve Rusya, Suriye krizinin çözümü için yeni bir masa oluşturdu. Bu sayede Fırat Kalkanı Harekatının tamamlayıcısı olarak gerçekleşen İdlib operasyonu Türkiye'nin sahadaki varlığını pekiştirdi. Bölgesel bir kriz olarak ortaya çıkan Katar Krizinde Türkiye'nin oynadığı rol ise bölgesel etkisini gösterdi. Kuzey Irak'taki bağımsızlık referandumu Türkiye'ye rağmen jeopolitik bir değişimin mümkün olmadığını gösterdi. Trump'ın Kudüs kararına karşı İİT ve BM nezdinde yürütülen diplomasi ve alınan sonuç ise Türkiye'ye yöneltilen suçlamaları boşa çıkardı. Dış politikada yaşanan bu gelişmeler yalnızlık, izolasyon, uluslararası topluma yabancılaşma gibi söylemlerin birer siyasi yaftalamadan başka bir anlam taşımadığını gözler önüne serdi.
Yılın son günlerinde yaşanan Afrika ziyareti ise bu ivme ile Türkiye'nin farklı bölgelerde oynayabileceği rolü gösterdi.
Bu krizlerin neredeyse tamamında Türkiye'nin ABD ile açık ya da örtük biçimde ayrıştığı da dikkat çeken önemli bir husus. Kudüs kararı üzerinden başlayan hamleler ve elde edilen başarışlar ise zaten doğrudan ABD'ye rağmen gerçekleştirildi.
2018'DE BÄ°ZÄ° NE BEKLÄ°YOR?
Uluslararası siyasetin gidişatı üzerine çalışan uzman ve akademisyenlerin önemli bir kısmı, bir geçiş döneminde olduğumuzu dile getiriyor. Bu evrim bir yıl içinde gerçekleşecek bir şey değil. Fakat önümüzdeki bir ve birkaç yıl bu geçişin sancıları, risk ve fırsatları ile geçecek. Bu geçiş, küreselleşme ve liberal uluslararası düzenden ulus-devlet paradigmasına doğru bir evrimi ifade ediyor.
Ulus-devlete dönüş demek ekonomi ve güvenlik başta olmak üzere rekabetin sertleşmesi ve her bir ülkenin kendi başının çaresine bakmak zorunda kalması demektir. Dolayısıyla bu dönemin önemli karakteristik özelliklerinden biri büyük ittifakların sarsılıyor olması. Avrupa Birliği gibi entegrasyona dayanan yapılar bu durumdan en çok etkilenecek yapılar arasında. Brexit'in gerçekleşmiş olması ve Almanya ile Fransa arasındaki ayrışmanın görünür hale gelmeye başlaması bu açıdan açık bir örnek. Trump'ın NATO'ya yönelik salvoları ile başlayan tartışmalar bu durumun açık bir örneği. Yine de bu yapıların baş aşağı yıkılması beklenmemeli. Mesele zaten ortadan kalkmaları değil, anlamını yitirmeleridir. Örneğin Suriye'deki değişim sürecinin bölgesel bir krize dönüştüğü andan itibaren mülteci meselesinde AB'nin; güvenlik meselesinde ise NATO ve ABD'nin Türkiye'yi yalnız bırakması, bu yapıların Türkiye için anlamını kaybetmesine dair bir işaret idi.
Bu anlamda Türkiye'nin yeni partner arayışına girmesi de kaçınılmaz oldu. Çin ile Demir İpek Yolu, Rusya ve Fransa ile güvenlik alanında somut ortaklıklar kurma çabası içine girdi ve S 400 anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bugün başlayan Fransa ziyareti hem bu ülke ile önümüzdeki dönemlerde somut projelerin gündeme geleceğine işaret ediyor hem de güvenlik alanında Rusya'ya bağımlığın aşılmasına yönelik önemli bir adım.
Bu dönemin önemli bir başka özelliği ise "kompartımanlaşma". Yani bir devletle bir alanda yapılan işbirliğine rağmen bir başka alanda rekabetin ve hatta çatışmanın devam etmesidir.
Kısacası rekabetin sertleşeceği, yeni risk ve fırsat alanlarının ortaya çıkacağı bir döneme giriyoruz. Türkiye'nin yakın çevresi ve ilişkili olduğu aktörlere bakıldığında birçoğunun Türkiye'ye yakınlaşmaya istekli olduğunu görüyoruz. Bu Türkiye için önemli bir avantaj. Bu avantajın somut kazanımlara dönüşmesi için ise, siyasi irade ile bürokrasi arasındaki uyumun daha da derinleşmesi ve yakın ile orta vadeli projeksiyonların bir birini tamamlayıcı mahiyete sahip olması gerekmektedir.
.