Arap Baharı’nın başlangıcından günümüze kadar geçen süre zarfında coğrafyamızda çok kanlı bir dönem yaşandı. Ulus devletler istikrarsızlaşarak çöktü ve ortaya çıkan güç boşluğundan terör doğdu. Bu terör bütün dünyada eşine az rastlanan bir kullanışlı aparat olarak birçok aktörün hizmetine girdi. Irak ve Suriye merkezli terör dalgası başta Türkiye olmak üzere yakın komşuları da kaosa sürüklemeye çalıştı. Elbette bu şartların oluşmasına imkan veren ve Ortadoğu’nun kan gölüne dönmesine zemin hazırlayan temel faktör ABD’nin Irak müdahalesi idi. Efsunlu vaatlerin ve müreffeh bir geleceğin altın tepsi içerisinde sunulduğu reklamıyla birlikte hiç şüphesiz. Ancak sonuç beklendiği gibi olmadı veyahut tam da planlandığı gibi oldu. Ortadoğu gün be gün istikrarsızlaştı ve terörün hakim unsur olduğu bir alan haline geldi.
Geçtiğimiz günlerde Musul’un ardından Rakka’nın da DEAŞ’tan temizlendiği açıklandı. ABD destekli PYD unsurları Fırat’ın doğusunda Rak-ka’dan sonra Irak sınırına kadar olan bölgeyi de tamamen ele geçirmeye çalışıyor. Suriye’nin diğer bölgesinde ise Rejimin birçok yeri kontrol altına aldı-ğı, diğer alanların ise Astana süreci temelinde çatışmasızlık bölgeleri olarak taraflar arasında belirlendiği görülmekte. Irak’ta ise Barzani’ye bağlı Peşmer-genin Kerkük’ten atılması ve hatta istikrarsızlık sürecinde kazandığı birçok alanı terk etmesi gibi bir tablo ile karşı karşıyayız. Irak merkezi hükümeti etki alanını askeri gücü ile genişletmeye devam ediyor. Bağımsızlık referandumu ise sonuçları itibariyle büyük bir hayal kırıklığı olarak Barzani yönetiminin kucağında ibretlik bir ders kitabı olarak duruyor. Netice itibariyle Irak ve Suriye merkezli makro anlamda hacimli bir çatışma alanı artık bulunmamakta-dır. Yeni bir gerilim alanı aniden patlak vermediği sürece bütün aktörler stabil bir pozisyona yani stratejik mevzilenme aşamasına geçmiş durumda. As-lında Suriye ve Irak merkezli bu yeni aşama Ortadoğu’da fetret dönemi olarak tanımlanabilecek bir dönemin yansıması. Peki bu fetret döneminin temel dinamikleri neler ve Türkiye’nin elinde ne tür opsiyonlar var?
ABD’deki derin çatlak
Halihazırda Ortadoğu için en kritik husus ABD dış politikasının hala kendine alan açmaya çalışan bürokratlarının himayesinde yürümesidir. Trump yönetiminin bir türlü dış politikada ağırlığını ve stratejisini ortaya koyamaması ABD yönetiminde büyük bir stratejik boşluk meydana getirmektedir. Gerek ABD’nin net olmayan Ortadoğu politikası gerekse de Suriye ve Irak’ta aktörlerin, vekilleri üzerinden gelebilecekleri en son noktaya gelmiş olması bu fetret döneminin temelini oluşturmaktadır. Aslında her bir konuda ABD yönetiminden çok farklı açıklamaların gelmesi artık rutin bir durum halini aldı. Sıradan bir büyükelçinin dahi kendisine alan oluşturduğu bir dış politika yönetiminden bahsediyoruz sonuçta. Dolayısıyla ABD yönetimindeki bu derin çatlak ciddi bir muhatab problemini de beraberinde getirmektedir. Konu bazlı öne çıkan farklı bürokratik klikler dış politikada külli bir yaklaşımın ortaya konulmasının önüne geçiyor. Bu minvalde Suriye’de PYD desteğinin halihazırda devam etmesi aslında ABD’deki kafa karışıklığının ve netlik kazanmayan politikaların bir yansımasıdır. Zira rasyonel bir değerlendirmeden terörün silahlandırılması gibi bir tercihin çıkması söz konusu olamaz. Teröre maruz kalan aktörlerin bu durumu doğrudan güvenlik tehdidi olarak yorumlaması kaçınılmazdır.
Bununla birlikte öne çıkan bir başka unsur ise PYD’nin Rakka sonrası nasıl bir yöne evirileceği ve hangi alana doğru etkinliğini artırmak isteyeceği. Bu ciddi bir soru işareti olarak karşımızda durmaktadır. Bölgede ışıklar her aktörün üzerinde yoğunlaşırken, ABD yönetimi, PYD üzerinde en ufak bir tartışmanın merkezileşmesine hep engel olmaktadır. Bu bakımdan Fırat’ın doğusunun artık sorunsallaştırılmasının ve buradaki PYD-YPG varlığının başta ağır silahlar olmak üzere tamamen elimine edilmesinin gerekliliği üzerinde baskı oluşturulması elzemdir. PYD güçlerinin Münbiç tarafına kaydırılması gibi bir durumun ortaya çıkması veya Türkiye’nin sınırları etrafında konuşlanması gibi senaryolar uzak ihtimal gibi görünmemektedir. Bu açıdan bu geçiş sürecinde tıpkı Barzani yönetiminin yaşadığı travma gibi Fırat’ın doğusunda da PYD’nin alan hakimiyeti özgüveninin kırılması gerekmektedir.
Bir diğer temel dinamik ise Astana sürecidir. Rusya, Türkiye ve İran arasında başlatılan girişim sayesinde Suriye’nin kritik bölgelerinde çatışmasızlık alanlarının oluşturulması sağlandı. Bu durum, Rejim ve muhalifler arasında belki de siyasi çözüm için gereken temel şartların oluşmasına imkan sağlayan bir zemin olması bakımından önem arz etmektedir. ABD’nin Astana sürecinin haricinde kalması Suriye’de kapsamlı bir çözümün sağlanmasını zorlaştırır ama bundan ABD’siz bir çözümün imkansız olduğu anlamı çıkmaz. Şüphesiz ki Astana sürecinin adım adım güven inşa ederek ilerlemesi kendi ajandası dışında kalan aktörler üzerinde baskı oluşturacaktır. Ancak burada önemli olan bu güven inşasında, minimal meseleler üzerinden ve sahadaki provakas-yonlar temelinde sarsılma riskinin bulunmasıdır. Rusya ve Türkiye büyük oranda bu tür iletişimsizlikleri aralarında gidermiş bulunmaktadır. Bu irtibatın artırılarak ve yayılarak devam etmesi Fırat’ın doğusu haricinde kalan bölgelerde ciddi şekilde olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Türkiye’nin opsiyonları
Fırat Kalkanı Harekatı, terör sarmalı ortasındaki Türkiye’nin sahada olmasının gerekliliğini ortaya koydu. Terör koridorunun önüne geçilmesi ve sını-rın DEAŞ teröründen arındırılması merkezinde çift hedefli bir operasyon gerçekleştirildi. El-Bab’a kadar olan bölgede bu hedefler büyük bir başarı ile sağlandı. İdlib Operasyonu’nu Türkiye’nin sahada olma zorunluluğunun ikinci safhası olarak görmek mümkündür. Zira büyük oranda Suriye kaynaklı terör, Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmeye devam etmektedir. Bunun yanı sıra İdlib bölgesine sıkışan muhaliflerin kazanımlarının korunması da bu şekilde garanti altına alınmış olmaktadır.
İdlib operasyonu ile Afrin bölgesinin TSK tarafından çembere alınması buradaki terör unsurlarının hareket alanını tamamen daraltmıştır. Ancak yuka-rıda belirtildiği üzere Rakka sonrası PYD unsurlarının Münbiç bölgesine yönelmesi riskinin de bertaraf edilmesi gerekmektedir. Zira bu fetret döneminde Türkiye, PYD unsurlarının öncelikle Fırat’ın doğusunda kalmasını sağlamalı, ikinci olarak da Fırat’ın doğusunda PYD’nin kendini güvende hissetmesi-nin önüne geçmelidir. Elbette ABD ile yaşanan gerilimler ve görüş ayrılığı bu konuda çok açık bir şekilde kendini göstermektedir. Kirizin aşılması, ABD’de iç dinamikler bağlamında bir toparlanma ile mümkün olabilir.
Irak ve Suriye’nin kuzey bölgesinde aynı anda güvenlik tehditlerine maruz kalan Türkiye’nin bölge ülkeleri ve Rusya ile inisiyatif üstlenmesi Batılı müttefiklerinin sinir uçlarına dokunmaktadır. Ancak Türkiye’nin bu tercihlere yönelmesinde kendi içine mahpus olan AB’nin ve bürokrasi ağırlıklı ABD dış politikasının etkili olduğunu belirtmek gerekmektedir. Aslında uzun müddettir Türkiye’nin güvenlik önceliklerinin göz ardı edilmesi böylesi bir sonucu doğurmuştur. Elbette Türkiye’nin alternatiflerini üretmesi ve bunu hayata geçirmesi kadar doğal bir sonuç olamaz. Buna mukabil başta Körfez bölgesi olmak üzere Türkiye’nin Arap dünyasının nabzını iyi tutması ve diplomatik esnekliğe özen göstermesi gerekir.
Nihai olarak bundan sonraki süreçte Türkiye’nin önünde en ciddi konunun Fırat’ın doğusu olduğunu söylememiz gerekir. Dolayısıyla kısa ve orta vadede angajmanlarını bu tehdide göre ayarlaması ve seçeneklerini bu tehdide göre planlaması elzemdir. Bu açıdan müttefiklerinin Türkiye’nin hassasi-yetlerine daha dikkatle yaklaşması ilişkilerin geleceği açısından önemli bir gösterge olacaktır. ABD’nin Ortadoğu’da gel-gitler yaşayan politikalarının üreteceği problemler bölgede sadece istikrarsızlığın devam etmesine sebebiyet verir. Her konuda hemfikir olmasa dahi gerektiğinde çıkarlarını korumak ve özellikle terör oluşumlarının meydana getirilmesine fırsat vermemek için Türkiye’nin bölge ülkeleriyle birlikte hareket etmesi faydalıdır.
[Star Açık Görüş,.