15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’nin sivil-asker ilişkileri başta olmak üzere, güvenlik bürokrasisi ile ordunun stratejik kapasitesine dair bütüncül dönüşüm ihtiyacını en çarpıcı haliyle yeniden gündeme getirdi. Darbe teşebbüsü yaşanmamış olsa bile Türkiye’de güvenlik sektörü ile güvenlik ve savunma anlayışında köklü bir dönüşüm gerekliydi. Bu dönüşüm ihtiyacı Cumhuriyet tarihinin belki de hiçbir döneminde olmadığı kadar aciliyet kesbediyordu.
Geçtiğimiz bir yılı aşkın süre içinde PKK eksenli düşük yoğunluklu şehir çatışması ile DAEŞ merkezli bombalı terör eylemleri; güvenlik aktörlerinin önleyicilik, etkinlik, verimlilik ve caydırıcılık vasıflarını tam manasıyla yerine getirmekte zorlandıklarını gösterdi. Bölgesel ölçekte ise güvenliğin bu derece öne çıktığı bir dönemde, diplomasi için bir kaldıraç rolü üstlenmesi gereken Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) askeri olarak önemli bir testle karşı karşıya kaldı. Başlı başına Rusya-Türkiye krizine neden olan SU-24 Rus uçağının düşürülmesi sonrasında Türkiye’nin askeri kapasitesinin kırılganlıkları net bir biçimde görülmüştü. Bu kırılganlık Ankara’nın dış politikadaki manevra alanını önemli ölçüde daralttı. Ayrıca birçok alanda dış politikaya yönelik yeni baskılara neden oldu. Şimdi Türkiye’nin önünde hem sivil-asker ilişkilerinin demokratik anlamda sağlamlaştırılmasına yönelik hem de askeri olarak devrimsel bir dönüşüm ve yeniden yapılanma süreci var.
Bu sürece dair en temel soru ise askeri olarak caydırıcı, etkin ve verimli bir ordu ile sivil-asker ilişkilerini bir bütün halinde Türkiye bağlamında rayına oturtacak istikrarlı bir modelin ne olması gerektiği ve nasıl hayata geçirileceğidir. Bu süreçte birbiriyle ilişkili üç düzey söz konusudur: Bunlardan ilki Türkiye’nin ulusal güvenlik ve savunma doktrinini kısa, orta ve uzun vadede, güvenlik sektörünün bütün asli kurum ve aktörlerinin ortak ve entegre bir stratejiyle hareketini sağlayacak Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi (MGSB) ile Türkiye Milli Askeri Stratejisi’nin (TÜMAS) yeniden gözden geçirilerek ulusal, bölgesel ve küresel güvenlik ortamı ve tehditlerine göre ortaya koyulmasıdır. Böylesi bir sürecin ayrılmaz parçası olarak işleyecek ikinci düzey ise sivil-asker ilişkilerinin demokratik işleyişini sağlamlaştıracak istikrarlı ve yapısal düzenlemelerin hayata geçirilmesidir. Üçüncü düzeyde de TSK’nın taktiksel değil stratejik düzeyde askeri dönüşümünü gerçekleştirecek yol haritasının belirlenmesi ve hayata geçirilmesidir.
Ulusal Güvenlik ve Savunma Doktirini
Türkiye, ordularını etkin ve verimli kullanan ülkelerle kıyaslandığında, askeri dönüşümünü gerçekleştirecek ulusal stratejisini tam anlamıyla hayata geçirememiştir. Soğuk Savaş sonrası gerek güvenlik ortamının değişmesi gerekse de tehditlerin doğasında yaşanan çeşitlenmeye, ABD, Rusya, Çin ve başat Avrupalı ülkeler ordularını dönüştürerek cevap vermeye çalıştılar. Türkiye benzer bir dönüşümü gerçekleştirmek bir yana Soğuk Savaş’ın statik güvenlik parametreleriyle hareket etmeyi sürdürdü. Bunun arkasında yatan temel sebeplerden biri “cumhuriyetçi güvenlik kültürü”nün oluşumuna kaynaklık eden toprak bütünlüğü, ulusal bütünlük ve sekülerizm gibi hususi konuların Türkiye’nin güvenlik ve savunma anlayışını bir bütün olarak “iç tehdid”e yöneltmiş olmasıydı. 1990’lar boyunca yeni güvenlik ortamına temelde “ordunun modernizasyonu” anlayışı ekseninde cevap vermeye çalışan Türkiye, ordusunu yeniden konumlandıracak bir “dönüşüm” hamlesini gerçekleştirememişti. 2000’ler bu açığın hızlı bir şekilde kapatılmaya çalışıldığı yıllar olsa da güvenlik ortamında yaşanan hızlı değişim nedeniyle ordunun dönüşümüne dair yapısal yenilenme tamamlanamadı. Ulusal güvenlik ve savunma doktrininin oluşturulması için değişen güvenlik ortamının ve Türkiye’nin karşı karşıya olduğu cari tehditlerin öncelikli olarak tespit edilmesi gerekmektedir. Bunun için de Türkiye’nin savunma ve güvenlik stratejisinin en temel önceliği “neyi korumak” sorusuna verilecek net bir cevaptır. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya; devletlerarası çatışma riskinin giderek arttığı, devlet dışı silahlı aktörlerinin hem nitelik hem de nicelik olarak çeşitlenerek devlet egemenliğinin homojen ve hiyerarşik işleyişini geniş bir coğrafi alana yayarak bozduğu, terör örgütlerinin yoğunlaştığı bir çatışma alanına dönüşmüştür. Bu tehditlerin hemen hemen hepsi Türkiye’yi kısa ve orta vadede ya doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecek kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla Türkiye MGSB ve TÜMAS belgelerini söz konusu güvenlik ortamında yer alan tehditlere göre yeniden düzenleyerek, buna uygun bir askeri dönüşüm stratejisini geliştirmelidir.
Sivil-Asker İlişkilerinin Demokratik Sağlamlaştırılması
Daha geniş ölçekte askeri dönüşümü gerçekleştirmek için gerekli olan ikinci dönüşüm alanı ise sivil-asker ilişkilerinin demokratik standartlarda etkin ve verimli olacak şekilde düzenlenmesidir. Ordunun, Türkiye siyasetindeki “özne pozisyonu”nun ve “otonom alanları”nın değiştirilerek, sivil otoritenin demokratik kontrolünün hakim olduğu yeni bir sivil-asker işbirliği modelinin hayata geçirilmesi bu düzenlemenin temel ilkesi olmalıdır. Buradaki temel felsefe; ordunun her türlü tehdidi caydıracak kadar etkin, sivil-asker ilişkilerinin de bu etkinliğin gerçekleşmesini hayata geçirecek kadar sağlamlaştırılmış olmasına yönelik ilkeler bütünüdür. Askeri Dönüşüm
Askeri dönüşüm; bir ülkenin belirli bir güvenlik ortamında yer alan simetrik ve asimetrik tehditler ve kırılganlıklar karşısında ordunun verimliliği, etkinliği ve stratejik caydırıcılığının sağlamlaştırılmasına ilişkin süreklilik arz eden bir hazır olma sürecidir. Ülkelerin içinde yer aldığı güvenlik kompleksi ile karşılaştığı tehditler birbirinden önemli ölçüde farklılaşmaktadır. Bu sebeple her ülkenin askeri kuvvetlerinin çeşitliliği (kaç kuvvet olacağı), hazırlılık durumu (hızlı reaksiyon ve müdahale kapasitesi), operasyonel yayılma alanı (içeride, sınırda ve dışarıda) ve teknolojik üstünlük seviyesi (stratejik silahlar) kendine has özellikler içermektedir. Türkiye günümüz güvenlik ortamında yer alan tehditlerin hemen hemen hepsiyle aynı anda baş etmek zorunda olduğu için askeri dönüşümünü bu tehditlerin muhtevasına göre yeniden belirlemelidir. Türkiye özelinde iç içe geçmiş üç güvenlik ve tehdit kuşağı söz konusudur: Birincisi bünyesinde ayaklanma, kent çatışması ve asimetrik saldırılar barındıran hibrid savaş tehdidine karşı yeniden düzenlenmesi gereken ulusal güvenlik kuşağıdır. Burada gerekli olan ordunun 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Ankara ve İstanbul’daki kışlaların şehir dışına taşınması kararı uygulanmaya başlandı. Türkiye günümüz güvenlik ortamında yer alan tehditlerin hemen hemen hepsiyle aynı anda baş etmek zorunda olduğu için askeri dönüşümünü bu tehditlerin muhtevasına göre yeniden belirlemelidir.
Türkiye özelinde iç içe geçmiş üç güvenlik ve tehdit kuşağı söz konusudur: Birincisi bünyesinde ayaklanma, kent çatışması ve asimetrik saldırılar barındıran hibrid savaş tehdidine karşı yeniden düzenlenmesi gereken ulusal güvenlik kuşağıdır. Burada gerekli olan ordunun etkin ve hızlı hareketini sağlayacak müşterek hareket konseptlerinin geliştirilmesi ve buna uygun kuvvetlerin oluşturulmasıdır. Birinci tehdidin varlık sebebi haline dönüşmüş olan yakın coğrafi halkada bulunan yakın bölgesel güvenlik kuşağı yer almaktadır. İkinci tehdit kuşağı da böylesi bir tehdide karşı her türlü şartta müdahale kapasitesi olan operasyonel gücün şekillendirilmesidir. Üçüncüsü de bölgesel güvenlik ortamında ulusal savunma kapasitesini ve ordunun stratejik caydırıcılığını artıracak modern stratejik silahlar konusundaki eksikliğin bir an önce kapatılmasıdır. Burada Türkiye’nin diğer bölgesel aktörler karşısında güç dengesinin bozulmasına müsaade etmeyecek ancak güvenlik ikilemine de neden olmayacak yeni bir güç ve güvenlik maksimizasyonuna ihtiyacı vardır.
Sonuç olarak TSK’nın üç güvenlik kuşağından kaynaklanacak tehditleri caydırma konusunda, kademeli bir şekilde içeriden dışarıya doğru muharip gücünün artırılması için öncelikle güvenlik ve savunma doktrinini revize etmesi elzemdir. Buna eş zamanlı olarak sivil-asker ilişkilerini sağlamlaştırıp ordunun sadece askeri işlerle uğraşacak bir yöne çevrilmesi ve stratejik düzeyde caydırıcılık gücünün artırılarak bölgesel düzeyde askeri diplomasideki konumunu yeniden ayarlaması gerekmektedir.
[Kriter, 1 Eylül 2016].