SETA > Yorum |
DEAŞ la Mücadelede Önleyici Strateji

DEAŞ’la Mücadelede Önleyici Strateji

Türkiye’nin DEAŞ mücadelesi, sadece terör eylemlerinin önlenmesine dönük cari istihbaratın eyleme geçirilebilir işlevselliğini değil; aynı zamanda örgüte katılma temayülü ve karakteri taşıyan yabancıların radikalleşme safhalarının takibini ve gerekli önleyici mekanizmaların inşasını zaruri kılmaktadır.

DEAŞ’in yeni yılın ilk saatlerinde, İstanbul’un en gözde eğlence mekanlarından birisi olan Reina’da düzenlediği silahlı saldırı; muhtelif açılardan Türkiye’nin yüzleşmek zorunda kaldığı terör tehdidinin çok boyutlu karakterini yeniden gösterdi. Reina vakasıyla birlikte DEAŞ’ın Türkiye’yi; birbirinden ayrışan tipolojideki diğer terör eylemleri (asker kaçırma, Fırat Kalkanı Operasyonu öncesi Suriye tarafından Türkiye’ye yöneltilen havan topu saldırıları, Suriyeli muhalif gazetecileri hedef alan suikastlar vb.) hesaba katılmadığı takdirde, toplamda 10 kez hedef aldığını görüyoruz. Mevzubahis saldırıların geneline bakıp yöntem, hedef, lokasyon, zamanlama, saldırıyı gerçekleştiren kişi yahut kişiler bağlamında bir değerlendirme yapıldığında ise; DEAŞ’ın sürekli değişim sergileyen ve giderek Türkiye için ‘stratejik güvenlik sorununa dönüşen bir terör örgütü ve tehdidi haline evrildiğini söyleyebiliriz.

Ne var ki, Reina terörüne ilişkin yapılan değerlendirmelerin, saldırıların bütün karmaşıklığına rağmen seküler-dindar antagonizması üzerine yoğunlaşması; önyargılı, eksik ve hatalı analizler üretmenin ötesinde, DEAŞ olgusunun ve terörist faaliyetlerin dönüşümündeki stratejik boyutu anlamayı da zorlaştırmaktadır. Bu son derece yanlış ikilem üzerine oturan okuma biçimi; gerek teorik ve gerekse uygulama yönüyle, yanıltıcı ve sorunludur. Bunun birkaç nedeni vardır.

SEKÜLER-DİNDAR KUTUPLAŞMASI

Birincisi; DEAŞ’ın Türkiye’ye yönelik saldırılarının ana motivasyonunu, örgütün Suriye sahasında stratejik ve askeri-taktiksel üstünlüğünü kaybetmiş olması oluşturmaktadır. Bunun arkasındaki en temel gerekçe; Türkiye’nin DEAŞ’a karşı yürüttüğü mücadeleden kaynaklanmaktadır. Zira örgüt, Suriye sahasında etkinlik kurmaya başladığı 2013 yılından bu yana, özellikle Türkiye sınır hattı boyunca bazı önemli noktalarda kazandığı saha kontrolünü kaybetmiş; Türkiye’nin üç aydır devam eden Fırat Kalkanı Harekâtı ise, DEAŞ realitesinde bu kaybı ‘sembolik’ ve ‘stratejik’ bir boyuta taşımıştır. Kuşkusuz DEAŞ açısından Dabiq gibi mesiyanik söylemin merkezinde konumlanan bir bölgenin kaybedilmesi,Al Bab’ın Türkiye’nin yoğun askeri kampanyasına maruz kalması vb. stratejik nitelikli askeri mevzular, örgütün küçülmesine ve toprak kaybetmesine yol açan başat nedenlerdir. Unutulmamalıdır ki Türkiye, hâlihazırda DEAŞ terörüne karşı Musul’dan Azez’e kadar uzanan hatta askeri mücadeleyi en aktif yürüten ülkelerin başında gelmektedir. Keza Türkiye’nin, özellikle 2014 yılını müteakip farklı seviyelerde ve mecralarda icra ettiği DEAŞ mücadelesinin; örgütün lojistik, savaşçı mobilizasyonu ve finansmanını önemli oranda kısıtladığının altı çizilmelidir. Dolayısıyla söz konusu faktör ve gelişmeler, DEAŞ’ın Türkiye’yi stratejik ve askeri-taktiksel düzeyde hedef almasının arkasında yatan asli nedenler arasındadır.

Reina saldırısını seküler-dindar kutuplaşması üzerinden okumanın ikinci sorunlu yanı ise DEAŞ’ın Türkiye karşıtı söylemline bakılarak anlaşılabilir. Zira DEAŞ en başından beri, Türkiye’yi bir bütün olarak ötekileştirmiştir. Örneğin DEAŞ’ın Dabiq, Konstantiniye ve en son çıkardığı Rumiyah isimli yayınların hepsinde Türkiye en yalın haliyle somutlaştırılmış bir ‘öteki’ olarak tarif edilmekte ve alenen hedef gösterilmektedir. Örgütün bu yayınlarındaki hedef gösterme biçimi;belirli bir grubu ya da belirli bir yaşam tarzını tehdit etmemektedir. Buna mukabil Türkiye, bütüncül bir perspektifle; en başta demokratik siyasal sistemi benimsemesi münasebetiyle,‘mürted’ ve ‘tağut’ bir rejim olarak tasvir edilmektedir. Öyle ki, Türkiye’nin bölgesel politikası son derece sert, ağır ve tehditkâr bir üslupla eleştirilirken; hükümetin “Müslümanların aleyhine Haçlıları, mali, askeri ve her türlü teçhizatla desteklediği” iddia edilmektedir. Hatta DEAŞ’ın yazılı medya araçlarının yanı sıra, örgütün lideri Bağdadi’nin son dönemdeki ses kayıtlarında Türkiye’ye yönelik saldırıların “caiz” olduğu fetvası defalarca kez verilmiştir. Öte yandan DEAŞ’ın Türkiye’ye karşı uyguladığı psikolojik harekâtın ana omurgasını Diyanet İşleri Başkanlığı teşkil etmekte; muhtelif örgüt yayınlarında, Diyanet odaklı propagandalara yaygın biçimde rastlanılmaktadır. Ancak her koşulda Türkiye İslam’ının kendine özgü tarihselliği, siyasallığı ve pratikleri, DEAŞ’ın radikal söylemi karşısında daha etkilidir. Bu durum örgütün Türkiye’yi hedef almasında yalnızca sekülerlik karşıtı bir dil benimsemediğinin de göstergesi niteliğindedir.

Reina saldırılarını, seküler-dindarlık dikotomisi bağlamında izah etmenin üçüncü sorunlu yanını ise DEAŞ’ın Türkiye’ye yönelttiği saldırılara bakarak anlamak mümkündür. Öncelikle DEAŞ’ın saldırı kronolojisinde çizdiği şablonun ana omurgasında; bu tarz bir ‘ikilik’ ya da ‘kutuplaşma’ başlı başına ve doğrudan belirleyici değildir. Bugüne kadar örgütün gerçekleştirdiği terör eylemlerinin hedefinde; seküler temsilin, ana stratejiyi oluşturmadığı gayet net ve açıktır. DEAŞ’ın ilk grup saldırılarının hedefinde etnisite merkezli bir tercih; daha sonraki saldırılarında ise uluslararasılaşan bir hedef söz konusu olmuştur. Kaldı ki, Reina saldırısı öncesinde DEAŞ’ın kendi haber ajanslarından üstlendiği tek terör eylemi, Diyarbakır saldırısı olmuştur. Bu nedenledir ki meseleyi köktenci bir temayülle; salt yaşam tarzı problematiği ekseninde tartışmak hem yanıltıcı hem indirgemeci bir yaklaşımdır. Oysa DEAŞ’ın terör saldırılarına kaynaklık eden stratejik mantaliteyi nasıl ve hangi bağlam üzerine kurduğunu anlamaya çalışmak; böylece Türkiye’ye yönelttiği tehdidin değişen parametrelerini ve dönüşen boyutlarını tespit ve teşhis edebilmek, mücadelenin etkinliği bakımından daha rasyonel ve işlevsel niteliktedir.

Reina katliamı; hedef kitle, zaman, yer, yöntem, araç, failin kimliği, örgütün saldırıyı üstlenmesi vb. temel değişkenler üzerinden değerlendirildiğinde, DEAŞ’ın diğer terör eylemlerine kıyasla nispeten 2016 Haziran’ındaki Atatürk Havalimanı saldırısıyla mukayese edilebilir. Bu minvalde Reina katliamı; DEAŞ’ın yönelttiği tehdit çerçevesinde, Türkiye’de vuku bulan terör saldırılarında yabancıların daha fazla yer aldığını çarpıcı bir şekilde kanıtlamaktadır. Örgütün bu eğilim ve tercihi; Türkiye’nin özellikle son bir yıl içerinde ülke sınırları içerisinde yürüttüğü güvenlik operasyonlarına binaen, DEAŞ’ın Türk sempatizanlara dönük izlediği yerelleşme stratejisinin büyük oranda etkisiz hale getirilmesi, alt yapısının ve hücresel ağının deşifrasyonuyla yakından ilintilidir. Bu sebepten ötürü DEAŞ’ın, eskiden olduğu gibi saldırılarda Türk örgüt üyelerinin kullanılmasından imtina ederek, eleman kullanımında kısıtlamaya gittiği anlaşılmaktadır. Bu hususta; güvenlik operasyonları akabindeki resmi beyanatlardan elde edilen ve açık kaynaklara dayandırılarak oluşturulan“SETA Terör Eylemleri Veri Tabanı(SETA-TVT)”nda sunulan bilgiler dikkat çekicidir. Örneğin son dönemde DEAŞ’a karşı düzenlenen ülke içi güvenlik operasyonlarında 7015 kişi gözaltına alınmış; 932’si yabancı uyruklu olmak üzere, toplamda 2304 kişi tutuklanmıştır. Yine SETA-TVT verilerine göre; son bir yıl içerisinde DEAŞ’a yönelik gerçekleştirilen operasyonlarda, gözaltına alınan ve tutuklanan yabancı sayısında her geçen gün hatırı sayılır bir artış yaşanmaktadır (Bkz Grafik).

TEHDİDİN BOYUTLARI

Her ne kadar yabancı tutuklular arasında Suriye’den gelenlerin sayısı hâlihazırda en yüksek oranı oluştursa da; Reina saldırısı dâhil önceki saldırılarla birlikte ele alındığında, Orta Asya coğrafyasından örgüte katılmış, herhangi bir zaman ve şekilde Suriye sahasında savaş tecrübesi kazanmış, daha profesyonel profildeki kişilerin saldırıları düzenlediği görülmektedir. Zaten Sultan Ahmet, Atatürk Havalimanı ve Reina saldırılarıyla birlikte ele alındığında; yabancı profilin ağırlıkta olduğu ve bu kişilerin ekseriyetinin Orta Asya coğrafyasından geldiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla son saldırılar dahil olmak üzere yabancıların tutuklananların arasında fazlaca yer alamaya başlaması, Türkiye’ye yabancıların ve göçmenlerin merkezinde yer aldığı bir radikalleşme sorunuyla karşı karşıya olabileceğini göstermektedir.

Peki, bu durum DEAŞ tehdidinin dönüşümüne ve boyutlarına dair hakikatte neye işaret etmektedir? Türkiye’nin askeri mücadelesi sertleştikçe ve örgütün kayıpları arttıkça; DEAŞ, Türkiye’yi daha tecrübeli ve profesyonel olan yabancı militanları aracılığıyla hedef almayı deneyecektir. Başka bir yönüyle DEAŞ; bilhassa Orta Asya bölgesinden örgüte katılım oranları hesaba katıldığında, Türkiye’deki terör eylemlerini yabancılar üzerinden gerçekleştirme çabasına girecektir. Bu hakikat sebebiyledir ki Türkiye’nin DEAŞ mücadelesi, sadece terör eylemlerinin önlenmesine dönük cari istihbaratın eyleme geçirilebilir işlevselliğini değil; aynı zamanda örgüte katılma temayülü ve karakteri taşıyan yabancıların radikalleşme safhalarının takibini ve gerekli önleyici mekanizmaların inşasını zaruri kılmaktadır. Bunun için hali hazırda kurumlar arasında, entegre bir radikalleşmeyle mücadele ulusal stratejisinin geliştirilmesi her zamankinden daha acil bir konudur. Meselenin elbette askeri-stratejik boyutundaki ilerleme bu safhada her şeyden daha önemlidir. Bu nedenle Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı’nda başarı elde etmesi, DEAŞ’ı bölgeden tamamıyla temizlemeyecek olsa da tehdidi biraz daha uzağa süpürme anlamında oldukça önemlidir.

[Star Açık Görüş, 8 Ocak 2017].