Nasıl olacak da Türkiye, Müslüman coğrafyadaki gelişmeler karşısında ahlakçı olmayan ama ahlaki bir pozisyon alarak, evrenselci olmayan ancak dış politikasını dayandırdığı siyasi öznelerle paylaştığı ilkeler çerçevesinde tutarlı bir siyaset üretecek? İşte siyaset tam da bu çözümün, bu ara pozisyonun adı olarak ortaya çıkacak.
Ortadoğu 2011 yılına ardı ardına gelişen isyanlar ve siyasi çalkantılarla girdi. Tunus ve Mısır örneğinde neredeyse güle oynaya geçirilen derin sarsıntıların nerede duracağı merakla beklenirken krizler durmak bilmedi, bir süre daha durmayacak gibi görünüyor. Türkiye bu karmaşık sorunlara nasıl cevap verecek? Bu sorunlarla başa çıkmak için ne yapması gerekecek? Yaşanan demokratikleşme ve yeniden yapılanma krizi bölge için yapısal olsa da, Türkiye için aslında 10 yıla yayılmış bir tecrübenin yansıması. Bu nedenle de şu anda yaşananlar bölge için krizken Türkiye için büyüme ağrısı. Bir başka deyişle Türkiye’nin şu anda karşı karşıya kaldığı sorunlar bir süredir izlediği dış politikanın getirdiği genleşmeye bağlı, bu büyüme eğilimin yönetilmesiyle ilişkili sorunlar. Bu krizle başa çıkabilmek noktasında Türkiye entelektüel açıdan zorlanacağı bir meydan okuma ile karşı karşıya kalacak. Zira bu ölçekte bir kriz ancak özgün bir siyasal dilin kurulmasıyla ya da çelişkilerini de içinde barındıran bir söylemsellik oluşturulmasıyla aşılabilir.
Çelişkiden çeşitliliğe
Türkiye’nin son günlerde karşı karşıya kaldığı 3 ayrı krizin nitelik ve nicelik açısından farkları aslında krizi ve Türkiye’nin karşılaşacağı sorunları gayet net bir şekilde ortaya koyuyor: Libya örneğinde tüm dünyanın liberal müdahaleci dil ile sınavında, Libya halkını ve Libya’nın çıkarlarını savunmak zorunda kalan Türkiye kendini anlatma konusunda sıkıntılı anlar yaşadı. Tahakkümcü dilin Cumhuriyetçi versiyonuna alışkın olan AK Parti Hükümeti için liberal müdahaleci tahakküm dilinin yerli ve yabancı örneklerine karşı çıkmak nispeten daha zor oldu. Bahreyn ise mezhep gerilimi ve Körfez Arapları ile kurulan ilişki açısından önemli riskler barındırıyor. Ülkenin çoğunluğunu oluşturan siyasal temsil noktasında eksik Şii çoğunluğun iktidara ortak olma ihtimali, Şiilerin İran’la ilişkisi çerçevesinde görüldüğünden Körfez’de korkuyla karşılanıyor. Bu nedenle bu ülkedeki Şii protestolarına Körfez’den gelen ABD destekli müdahaleye karşı sekter olmayan, Erdoğan’ın Irak ziyaretinde de gördüğümüz mezhepler üstü bir dili kurmaya çalışan Türkiye, İran korkusuyla yaşayan Körfez ülkeleri nezdinde zor durumda kaldı. Suriye örneğinde ise krizin özellikleri çok daha belirgin ancak kriz daha kontrol altında idi. Yakın ilişkilere sahip olduğu komşusunda meydana gelen olaylara hem Alevi-Sünni gerilimi, hem ekonomik ilişkiler, hem demokratikleşme, hem bölgesel dengeler, hem de Kürt sorunu açısından yaklaşmak zorunda kalan Türkiye, bu örnekte somut çözüm üretme zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı. Her yönüyle birbirinden ilgisiz sorunlarla, farklı dengeler ve geleneklerle hesaplaşarak mücadele etme zorunluluğu Türkiye’nin en büyük imtihanı olacak. Yemen’den Suriye’ye her açıdan farklı dengelere, farklı aktörlere dayanan farklı sorunlar Türkiye’nin kapısına dayanacak. Bu sorunlar karşısında Türkiye’nin bildiğimiz sıradan anlamıyla tutarlı bir politika sürdürmesi ise işin doğası gereği neredeyse imkansız. Bu nedenle Türkiye’nin karşılaşacağı en önemli problem, farklı ülkelerle ilgilenirken tutarlı bir politika izleme, bunu yaparken de yaratıcı çözüm üretme zorunluluğu olacaktır. Türkiye’nin sınavı, somut ve tarihsel sorunları genel geçer ilkeler vaz eden, harcıalem pozisyonlar alan, liberal ve ahlakçı bir tahakküm dilinin sınırlarını zorlamakla, otoriter ve çıkarcı bir dile teslim olmamak arasındaki gerilimle başa çıkmak olacak. Türkiye nasıl olacak da ahlakçı olmayan ama ahlaki bir pozisyon alarak, evrenselci olmayan ancak dış politikasını dayandırdığı sair siyasi öznelerle paylaşılabilir ilkelerle tutarlı bir siyaset üretecek? İşte siyaset tam da bu çözümün, bu ara pozisyonun adı olarak ortaya çıkacak.
Seçeneğin sınırında siyaset
Sorunların yakıcılığı, aciliyeti, ahlakçılıkla örtülemeyecek ciddiyeti, Türkiye gibi gerçek siyaset üretmeye çalışan, kendi pozisyonunu ödünç almayıp kendisi kuran, siyasete özne olarak dahil olmaya çalışan orta ölçekte ülkelerin en büyük problemi. Kendisine sunulan menüdeki evet/hayır seçeneklerine itibar etmeyen, siyaseti evet ya da hayır deme özgürlüğü olarak değil, menüyü sorgulama etkinliği olarak gören Türkiye, bu yaklaşımını anlatmakta epeyce zorlanacak. Gerçek siyasetin gerektirdiği, sorunu kendisi analiz edip, kendi çözümünü üretmeye çalışan, her örneği minimalist değerleri ışığında ele alan Türkiye daha önce de benzer sorunlarla karşılaşmıştı. Gerek 2006’da Hamas görüşmesinde, gerek Davos örneğinde, gerek İran nükleer anlaşmasında, gerek Gürcistan krizinde gerekse de Mavi Marmara krizinde Türkiye kendi orijinal pozisyonunu üretmeyi başarmıştı. Şimdi ise hepsi ile aynı anda hesaplaşılması gereken farklı sorunlar var Türkiye’nin karşısında: Çoğul sorunlarla hesaplaşma: Daha önceki krizlerin neredeyse hepsi tek tek krizler şeklinde ortaya çıkmıştı. Birçoğu son derece büyük, başa çıkılması zor sorunlardı. Ancak Türkiye zamanla aynı anda bir büyük bir küçük krizle başa çıkma kabiliyeti geliştirebildi. Şimdi ise eşzamanlı ortaya çıkan çoğul sorunlarla karşı kaşıya. Bu kadar krizle aynı anda başa çıkmak küresel oyuncular için dahi zorken Türkiye’nin bu anlamda hem eşgüdüm hem de kriz idaresi anlamında zorlanacağını söyleyebiliriz.
Çeşitlilik ve tecrübe: Daha önceki krizlere Türkiye az ya da çok gerek komşuluk ilişkileri, gerek ikili ilişkiler, gerekse de çok taraflı anlaşmalar çerçevesinde az çok aşinaydı. Doğrudan olmasa da devlet hafızasında bu krizlerin dolaylı izleri vardı. Oysa Bahreyn, Yemen ya da Libya konusunda bu tür bir birikim maalesef tam anlamıyla oluşmuş değil. Bu nedenle önümüzdeki dönemde sahayı tanıma ya da aktörlerle temas noktasında ciddi sorunlarla karşı karşıya kalınabilme ihtimali yüksek.
Eşgüdüm ve tutarlılık: Önceki krizler tekil krizler olarak ele alınabilir. Ancak şu andaki krizlerin ortak özelliği hepsinin Ortadoğu’da Demokratikleşme başlığı altında ele alınması. Böyle bir kategorileştirme bir yandan kriz çeşitliliğini gösterirken, bir yandan da kategorileştirme nedeniyle her bir krizde ortaya konulan tavrın karşılaştırılabilme ihtimalini artırıyor. Böylece yumuşak gücün önemli bir bileşeni olan meşhur tutarlılık ilkesinin aleyhte işletilebilmesi ihtimalini ortaya çıkarıyor. Entelektüel mesafe ve derinlik: Türkiye itina ile uluslararası hukuk çerçevesinde kalarak, azami ölçüde farklı çözüm geliştirmeye çalışıyor. Ancak her ülke ile ilgili o ülkeye özgün, orijinal çözüm geliştirebilme askeri ya da diplomatik manevra ile değil entelektüel ve siyasi bir derinlikle ilgilidir. Askeri ya da diplomatik kabiliyetler entelektüel derinlikten neşet eden yaratıcı siyasi çözümün tatbiki noktasında işlevseldir. Ancak krizin yakıcılığı nedeniyle neredeyse tüm entelektüel kaynaklarını diplomatik ve siyasi tedbirlere ayırmak zorunda kalan Türkiye için, bu yoğunluktan nefes alarak, biraz geri çekilerek bu entelektüel çözümü her bir örnek için özgün olarak geliştirme ihtiyacı önemli bir imtihan olacak. Siyasi dil zorunluluğu: Bir başka sorun ise tüm yukarıdaki sorunların aşılması durumunda dahi ortadan kalkmayacak bölgedeki aktivistlere hakim liberal dil tahakkümü olacak. Libya’nın bombalanmasını alkışlama örneğinde gördüğümüz bu dil sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’da da siyasi birikimini internetten edinen, yerli alternatifleri hayal dahi edemeyen, bölgesel bir siyasi vizyonu ya da bölgesel siyasi duruşu olmayan siyasi aktörler tarafından dile getirilecektir. Menüdeki evet ya da hayır seçeneğini tartışmak dahi istemeyen bu siyasi aktörlerle, bölgeye has bir vizyonu tartışmak da son derece ciddi bir sorun olacaktır. Burada da yine sorun gelip bir dil kurma konusuna düğümlenecektir. Eğer bu dil kurulabilirse o zaman bölgedeki işbirliği alanları da buna göre çeşitlenecektir.
Türkiye yukarıda bahsettiğimiz zorluklarla başa çıkmaya çalışırken aynı zamanda, bu sorunlar denklemine de girebilecek Kürt sorunu, demokratikleşme ya da basın özgürlüğü gibi iç siyasi konularda da sürekli imtihanlardan geçmek zorunda kalacak ve dahası bu sorunlardaki performansı dış siyasetine de doğrudan etki edecektir. Bu nedenle tüm bu sorunlarla ilgilenen Türkiye bir yandan da iç politikanın da artık dış politika olduğu bir döneme adım atacaktır. Tüm bunları yaparken ahlakçı bir dile kapılmadan, minimalist ilkelerle çözüm üretme arayışındaki Türkiye, ekonomiden askeri altyapıya, sivil toplumdan sermayeye tüm gücünü eşgüdümlü bir şekilde harekete geçirmek zorunda kalacaktır. Burada da hem eşgüdüm sıkıntısı yaşanabilecek hem de minimalist ilkelerden somut siyasa önerisi çıkarma sıkıntısı olabilir. Örneğin “yerli halka silah sıkmama” ya da “yabancı askeri güçlere tavır koyma” gibi ilkeler hangi üst-dil üzerinden anlamlandırılacaktır? Bu siyasa ilkeleri hangi kabul edilebilir siyaset dili içerisinde ortaya konulabilecek? Hangi genel ilkeler üzerinden bu tür somut pozisyonlar çıkarılacak?
İç siyaset ve eşgüdüm
Bunlar Türk dış politikasının daha önce karşılaşmadığı sorunlar. Ancak şu anda Türkiye bu sorunlara arkasını dönme lüksüne sahip değil. Aynı tehlike farklı ölçeklerde ABD’den Fransa’ya, Çin’den Rusya’ya tüm ülkeler için geçerli. Hiçbir aktör şu anda ne yapacağını tam olarak bilmiyor, hiçbir aktörün yeterli altyapısı ya da insan kaynağı mevcut değil. Eğer Türkiye bir kaç yıl sürecek bu baş döndürücü gelişmeden başarılı çıkarsa Ortadoğu’da onlarca yıl sürebilecek, kendisine küresel sistemde yer açacak kendi istediği düzenin kurulmasını sağlayabilir. Eğer bu sürecin altında kalırsa, bölgesel bir aktör olarak başkalarının kurduğu düzende yaşamaya ölçek küçülterek devam edecek. Maalesef Türkiye’nin içine kapalı bir ülke olmaktan bölgesel bir oyuncu olmaya doğru tedricen yaptığı atılıma denk gelen bu gelişmelere Türkiye kabiliyetlerini tam anlamıyla geliştiremeden yakalandı. Diplomatik, medyatik, kültürel, akademik, askeri ve ekonomik olarak Türkiye’nin en azından bir kaç yıla daha ihtiyacı vardı bu ölçekte bir krizle baş edebilmek için. Ancak tarih kimseyi beklemediği gibi Türkiye’yi de beklemedi. Buna karşın Türkiye bu sürece diğer rakiplerinden daha önde girdi. İstikrarlı bir ülke olarak bölgeye yaptığı açılımlarla depoladığı olumlu önyargı Türkiye’nin en büyük avantajıydı. Şu anda Türkiye’nin olumlu hanesine yazılabilecek en önemli özellikler güçlü ve dinamik ekonomisi, uyumlu ve risk alabilen siyasi liderliği ve kültürel alçakgönüllülüğü. Bu değerleri muhafaza edip, eksikleriyle hesaplaşabilen bir Türkiye bu önemli fırsatları değerlendirebilir. Ancak asıl büyük imtihan tüm bu kaynakların nasıl eklemleneceği, nasıl bir siyasal dil kurulacağında düğümleniyor. Her dilin kendi kısıtları ve imkanları, harekete geçirebileceği muhtelif kaynakları olacaktır. Eğer dil sorunu aşılabilirse, Türkiye yukarıdaki sorunların hepsini kolaylıkla atlatabilecek kabiliyete kısa zamanda ulaşama potansiyeline sahip.