15 Temmuz akşamı darbe girişimi ile ilgili haberi aldığımız ana kadar Milli Eğitim Bakanlığının en önemli gündemi bölgedeki eğitim ve çocukların eğitime erişimi konusuydu. Haberi aldığımız anda toplantı sonlandırıldı ve otellerimize geçtik. Ertesi gün planlanan toplantı da iptal edildi. Doğal olarak 15 Temmuz gecesinden bu yana Bakanlığın ana gündemi darbe girişimi ve örgütün eğitimdeki yapılanması ile hesaplaşma oldu. 2013 yılında dershanelerin kapatılması ile başlayan süreç için yeniden bir okuma yapılması gerekiyordu.
Açıkça söylenebilir ki 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında kurumsal olarak TSK’nın ardından en büyük etkinin yaşandığı kurum Milli Eğitim Bakanlığı ve eğitim sektörü olmuştu. Özellikle açığa alınan personel sayısı (yaklaşık 30 bin) ve kapatılan okul sayısı (1.017) bakımından eğitim sektöründe ciddi bir sarsıntı yaşandı. Peki bu sürece nasıl gelindi? Eğitim sektöründe bu kadar güçlü yapılanmayı nasıl başardılar? Ve bundan sonrasında FETÖ ve benzer yapılanmalara karşı nasıl bir hesaplaşma süreci yürütülmelidir?
Altın Neslin Felaketi
Altın nesil, Gülen örgütünün tasavvurundaki ideal kuşağa verdiği addır. Takiyenin temel öğreti olarak bellendiği bu nesilden örgütün en önemli talebi İslam’ın temel değerleri ile örtüşsün ya da örtüşmesin amaca yönelik her türlü adımı meşru görmek ya da meşrulaştırmaktır. Karşılıklı çıkar ilişkisi zemininde sunulan “statü” karşılığında bu nesilden her alanda “tetikçilik” yapması istenmiştir. Bu ilişkide temel belirleyici ise “minnet” duygusudur. Pek çoğu ta ilkokul çağlarında tespit edilip eğitilen bu nesli bir ülkenin felaketi haline getiren FETÖ zihniyetinin paranoyak yöntemleri ve müfredatının daha fazla çocuk ve genci etkilememesi için sadece devlet kurumları değil sivil toplum kuruluşları ve en önemlisi de ailelerin hakkıyla sorumluluk taşıması gerekmektedir. Burada ise en küçük yaşlardan itibaren dirençli öğrencilere yönelik yapılacak çalışmalarla işe başlanabilir.
Dirençli Öğrenciler
Eğitim başarısı yüksek ancak sosyoekonomik durumu zayıf öğrencilere eğitim literatüründe dirençli öğrenciler (resillients) denmektedir. Gülen örgütü uzun yıllar pek çok alanda olduğu gibi özellikle askeri okullara yönlendirdikleri öğrencileri dirençli öğrenciler arasından seçmiştir. Akademik başarısı yüksek bu öğrencileri daha ilkokul düzeyinde iken tespit etmiş, ortaokul ve lise dönemlerinde ise onlara özel programlar uygulamıştır. Sağlanan destek sayesinde de minnet duygularını güçlendirmiştir.
Hemen her okulda böyle öğrencilerle karşılaşmak mümkündür ancak Milli Eğitim Bakanlığı bu öğrencilerin desteklenmesi ve eğitim süreçlerinin izlenmesi noktasında güçlü mekanizmalara sahip değildir. Örneğin bunun tespitinde sadece geçiş sınavlarının beklenmesi yerine Bakanlık tarafından öğrencilerin hem akademik hem de sosyo-ekonomik ve kültürel durumlarını tespit etmeye yönelik izleme mekanizmaları (daha önce yapılıyordu) tekrar hayata geçirilebilir. Sonuçlar kamuoyu ve uzmanlarla paylaşılabilir. Bununla birlikte şunu da ifade etmek gerekir ki Türkiye’de eğitim sisteminin sınav merkezli mevcut yapısı FETÖ’ye alan açılmasında önemli bir etken olarak değerlendirilebilir. Dershanelerin eğitim sistemine paralel bir yapı haline gelmesi ve burada özellikle FETÖ’nün dershaneler üzerinden yapılanması ve finanse edilmesi, eğitimde sınav merkezli durumu örgütün kendi çıkarına kullanmasına yol açmıştır. Merkezi sınavlar liyakat düsturu açısından eşitlikçi bir özelliğe sahip olsa da yaşanan son gelişmeler bu güveni haklı olarak derinden sarsmıştır.
Türkiye’de Din Eğitiminin Sahipsizliği
Pek çok ailenin zamanında Gülen örgütünün okullarını tercih etmesindeki temel motivasyonlarının başında bu okullarda sağlanan “sözde” dini ve manevi eğitim olduğu bilinmektedir. Özellikle 2011 yılına kadar 12 yaş altında çocukların Kur’an kursuna gitmesini bile yasaklayan düzenlemeler aileleri zorunlu olarak bu gibi tercihlere yönlendirmiştir. Genellikle ders saatleri sonrasında öğrencilere abiler ya da ablalar aracılığıyla verilen eğitimlerin pedagoji ve içerik yönünden bir standardı olmadığı gibi 2011 sonrasında da herhangi bir denetlemeden geçirildiği söylenemez. Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki başta kurumsal kimliğiyle Diyanet olmak üzere Türkiye’deki dini yapılar ve örgütlenmelerin dini eğitim ve dini pedagoji noktasında tutarlı bir yaklaşım ve müfredat geliştirdiklerini söylemek halen güçtür. Burada ilahiyat fakültelerinde din eğitimi kürsülerinin halen çok zayıf olması önemli sorunlardan biri olarak görülmektedir. Dini ve manevi eğitim konusunda farklı toplumsal kesimlerden açık talepler vardır. Farklı yaştan, cinsiyetten çocuklar ve gençler için bu noktada metodoloji ve müfredatın titizlikle hazırlanması gerekmektedir. 15 Temmuz sonrasında olağanüstü toplanan Yüksek Din Şurası’nın da ana gündem maddesi bu nedenle dini eğitim olmuştur. Dolayısıyla da Diyanet, Milli Eğitim Bakanlığı ile koordinasyonlu bir şekilde sivil toplum kuruluşlarının da yer aldığı özerk bir platformda din eğitimi ile ilgili uzun soluklu bir yol haritası belirlemek mecburiyetindedir.
Eğitimde İnsan Kaynağının Yetiştirilmesi ve Belirlenmesi
Milli Eğitim Bakanlığı yaklaşık 1 milyon çalışanı ile personel sayısı en yüksek bakanlıktır. Bunun yaklaşık 920 bini ise öğretmendir. 15 Temmuz sonrasında yaklaşık 30 bin çalışanının açığa alınması örgüt yapılanmasının en güçlü ayağının eğitim ve öğretmenler alanında olması ile ilgilidir. Örgütün ilk süreçlerinden itibaren eğitim ve öğretmenler örgütlenmenin merkezinde olmuştur. Hatta liseden itibaren yakın temasta oldukları öğrenciler doksanlı yıllarda eğitim fakültelerine yönlendirilmiş, daha sonraki yıllarda ise yargı ve askeriyede yapılanma için hukuk fakülteleri ve harp akademileri tercih edilmiştir. 2010 KPSS ile patlak veren skandalda örgüte mensup pek çok kişiye soruların sızdırıldığı ortaya çıkmış, kopyacılar arasında da binlerce öğretmenin olduğu tespit edilmiştir.
Bu öğretmenlerden bir kısmı 15 Temmuz öncesinde zaten meslekten ihraç edilmiştir. Ancak yapılan her türlü müdahaleye ve tedbire rağmen öğretmenlerin belirlenmesinde kullanılan merkezi sınavların kendi başına yeterli olmadığı ve istismara açık olduğu çok nettir. Bu anlamda öğretmen adaylarının sosyal ve psikolojik özelliklerini de gözlemleme fırsatı veren ölçme ve değerlendirme süreçlerinin hayata geçirilmesi bu noktadan itibaren kaçınılmazdır.
Öğretmenlerin yetiştirilmesi hususunda ise eğitim fakültelerinin büyük oranda miadını doldurduğu ifade edilebilir. Bu durumun ortaya çıkardığı boşluk FETÖ ve benzeri yapılanmalar tarafından doldurulmuştur. Gelinen nokta öğretmen yetiştirmede alternatif modellerin geliştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Örneğin hükümet programında öğretmen yetiştirme için kurulması öngörülen Maarif Vakfı’nın önümüzdeki dönemlerde nasıl bir yapılanmaya gideceği henüz net değildir. Yol haritası da en azından kamuoyuyla paylaşılmamıştır. Öğretmen yetiştirmede kamu kurumlarının sorumluluğu ile birlikte özerk kurumların da rol alması gerektiği açıktır.
[Kriter, 1 Eylül 2016].