İsrail yine bildiği yöntemlerle en iyi yaptığı işi yapıyor. Üç yerleşimcinin kaçırılması ve öldürülmesini bahane ederek yaklaşık on gündür Gazze’ye bomba yağdırıyor, yaklaşık iki yüzü aşkın şehit. Bu sayının içinde azımsanmayacak sayıda kadın ve çocuk var. Bir yandan öldürürken öte yandan PR çalışmasıyla bu vahşetin üzerini örtmek için çaba sarfetmekte. Uluslararası basın, Amerikan yönetimi, Avrupalı liderlerin bir kısmı bu tablodan Hamas’ı sorumlu tutmakta. Tablo gayet net: İsrail başta Amerikan desteği olmak üzere bir ölüm makinasına dönüşmekten hiçbir kaygı duymuyor.
İsrail’in neden böyle davrandığına dair siyasi bir analiz yapmak mümkün. “Arap Baharı” sürecinin geldiği nokta, Filistin Birlik Hükümetinin kurulmuş olması, Hamas’ın giderek temsiliyet kazanması gibi parametreler etrafında konuşmak mümkün. Geçtiğimiz hafta boyunca da bu bağlamda birçok yorumla karşılaştık. Ancak şu noktayı vurgulamakta yarar var: Kendini istisnai bir konuma yerleştirdiğinden İsrail’in saldırganlığını belirli siyasi parametreler etrafında çözümlemek güç.
İSRAİL PARANOYASI
Geçen hafta Salı günkü köşesinde Fahrettin Altun İsrail’e yönelik zihinsel yaklaşımın nasıl olması gerektiğine dair önemli tespitlerde bulundu. Altun isabetli bir şekilde zihinsel yaklaşımımızı sınırlandıran kavramlardan sıyrılarak İsrail’i normalleştirmemiz gerektiğini ifade etti. İsrail üzerinde sağlıklı bir şekilde düşünmek ve analiz yapmak istiyorsak, sürekli üretim halinde olan endüstriyel parametreleri terketmek durumundayız. Antisemitizm, antisiyonizm ve İsrail’i her şeye gücü yeten bir devlet olarak resmeden örüntünün dışına çıkmak durumundayız. Kısacası İsrail’i “yere indirmek” durumundayız. Reel düzlemdeki siyaseti, stratejisi, katliamlarını gözden kaçırarak bu örüntünün içinde kalarak eleştiri yöneltmenin politik bir karşılığı olmaz. Kurulduğu günden beri söylemsel stratejiler, askeri yöntemler ve her türlü siyasi manevra ile kendisinden kaynaklanan sorunu “Filistin Sorunu” olarak belirginleştirmeyi başarmıştır. Bu başarısını da sürekli bir şekilde dolaşımda tuttuğu söylemsel stratejiye borçludur. Türkiye akademyasında bile İsrail’i eleştiren yayınlar “Filistin Meselesi” başlığı ile yayınlanması bu noktada çarpıcı bir örnek olarak zikredilebilir.
Müslüman topraklara kon-durul-muş bir ülke İsrail. Sömürgeci-yerleşimci bir devlet. Hiçbir kuralı olmayan, çevresi ile bir ilişki kuramayan, diplomasi nedir bilmeyen, geleneksiz, köksüz bir devlet. Dünyadaki her gelişmeyi tehdit güdüsüyle karşılayan, kendine uzatılan her ele karşı gardını alan, paranoyak bir zihniyet.
Hiçbir uluslararası hukuk kuralını tanımayan, hiçbir uluslararası siyasi norma saygısı olmayan, güvenlik güdüsünden başka hiçbir hareket zemini olmayan bir devlet. Kullandığı tek dil savaş dili, uyguladığı tek yöntem askeri yöntemler. 1948’den beri çevresinde en düşük düzeyde bir rıza üretememiş, uluslararası sistemin en temel niteliği olan diğer devletlerin egemenliğini kabul etmeye yanaşmayan bir devlet. Bu yönüyle Modern bir ulus-devlet değil. Bütün parametrelerini Batılı güçlerin belirlediği mevcut uluslararası sistemde bir karşılığı yok. Bu dünyaya ait değil gibi. En çok sivilleri vuruyor, en çok çocukları öldürüyor. Böylece kendisi ile yaşanabileceği hissini yok ediyor. Ve bütün bunları yanlışlıkla yaptığına inandırıyor. Halbuki ortada bir yanlışlık yoktur. İsrail’in siyasi pratiği tam olarak öldürmek üzerine kuruludur.
SÖMÜRGECİ-YERLEŞİMCİ DEVLET
Kendi halkını ancak şiddet ve savaş yoluyla koruyabileceğini, halkını sürekli savaş psikolojisinde tutma gayreti içinde olan bir devletin siyasal ya da hukuki zeminde konuşmak mümkün değildir. Bugünlerde, Gazzeyi bombalarken sevinç gösterileri eşliğinde kutlama yapan İsrail halkının fotoğrafları bize bu anlamda çok şey söylüyor. Filistinlileri öldürerek halkını mutlu ettiğine yönelik bir algı çalışmasıdır bu fotoğraflar. Üretilen anti-semitizm paranoyası sayesinde de hiç kimse bu konuda tek söz edemeyecek nasıl olsa. Siyasal karar vericilerinin ağzından en çok dökülen kelimeler “terör”, “operasyon”, “savaş”, “arapların sonunu getirmek” olan bir devletin, herkesin gözetleyerek yaşadığı kuralları istisnai hale getirerek yaşamını sürdürür. Kendisine karşı öfke hatta nefret biriktirmekten bu duyguları beslemekten çekinmez. Asla bir muhasebeye girmez. Kendine dönüp bakmaz. Hatasını sorgulamaz, sorgulatmaz. Elinde antisemitizm silahı var çünkü. En ufak bir eleştiriyi bu silahın kurşunu yapar. Bütün eleştirileri karşı bir stratejiye dönüştüren bu silah her daim elindedir.
Böylesi bir devlete karşı hukuk, insan hakları, demokrasi çağrıları boşunadır, boşluğa söylenmiştir. Çünkü,İsraile karşı etkili olabilecek böyle bir sistem mevcut değildir. İsrail böyle bir sistem içinde yaşamadığını varsaymaktadır. Normalleşmeyi reddetmektedir. Yaklaşık üç yıllık Türkiye’nin arabuluculuk gayreti sonucunda Suriye ile doğrudan barış görüşmelerinin takvimlendirileceğibir safhaya gelmişken 2008’in Aralık ayında Dökme Kurşun operasyonu düzenleyen bir devletin reel düzlemde normalleşmesi kolay değildir. Bu günlerde benzer bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye ile ilişkilerin normalleşme safhasına geldiği sırada yine Gazze’ye bomba yağdırmaktadır. Bütün bunları tek bir şeye borçlu: Anladığı tek dil olan savaş dilinden konuşmaya kimsenin mecali yok. İsrail bu dili konuşsun diye herkes susuyor. Yaptığı hiçbir katliam, sergilediği hiçbir vandallığa karşı maliyet ödemiyor. Kasım 2000’de babasının kolları altına sığınan Muhammed’i şehid ettiğinde bir bedel ödeseydi bu gün bu kadar vandal davranamazdı.
Hem savaşın hem de barışın bütün şartlarını belirlemeyi tekelleştiren bir zihniyetin normalleşmesi mümkün mü? Yazının başında ifade edildiği gibi İsrail istisnailiğini dayatarak bir strateji üretmektedir. Bu çerçeve içinde kalarak İsrail ile bir ilişki kurmak her zaman İsrail’in bu konumunu korunaklı kılacaktır. Avrupalı liderlerin neredeyse her açıklamasında İsrail’in egemenlik hakkından dem vurmasının bir anlamı var. Bir anlamda İsrail’i normal bir devlet olarak kurmaya yönelik söylemsel bir mahiyete sahiptir bu sözler. Ancak bu çağrıların yetersiz olduğu gayet aşikar. Bu söylemleri destekleyen siyaset ve gerektiğinde yaptırımlar olmadıkça, İsrail standart bir ulus-devlet olmaya yanaşmayacaktır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2008’de Gazze işgalini “devlet terörü” olarak adlandırması ve 2009’da Davos’taki çıkışı İsrail mitini sarsması açısından oldukça önemli söylemlerdi. Mavi Marmara saldırısı sonrası takınılan tutum ise İsrail’i sıradan bir devlet olarak görme açısından büyük bir önem taşımaktadır. Dünyanın önünde iki yol var. Ya -bütün zaaflarına rağmen- mevcut sistemin bir parçası olması için İsrail’i zorlayacak ya da İsrail’in tüm dünyayı kendi şartlarına çekmesine razı olacaktır.