7 Haziran seçimleri bütün siyasi partiler açısından yeni bir dönemin başlangıcı. On üç yıllık tek başına AK Parti iktidarı sona erdi, ancak iktidar partisi karşıtlığında birleşen muhalefet partilerinin kendi aralarından bir hükümet çıkaramadığını görmek için sadece birkaç gün yetti.
Bir başka somut gerçeklik ise AK Parti'nin aldığı yüzde 41 oy ile muhtemel koalisyon seçeneklerinin vazgeçilmez aktörü konumunda oluşu. Türkiye siyaseti için bu durum yeni bir olgu. 1991’de tek başına iktidarı kaybeden ANAP, daha sonra kurulan koalisyonlarda da yer alamamıştı.
Muhalefet partileri hazır olmadıkları bir durum ile karşı karşıya: Tek başına iktidar olmasına son verdikleri AK Parti ile koalisyon kurmak zorundalar. Ya da mevcut tabloyu yinelemesi beklenebilecek erken seçimin yolu görünüyor. İstikrarlı bir hükümetin kurulabilmesi için “otoriterleşme tartışması” ile derinleşen kutuplaşma ortamından ivedilikle çıkılması gerekiyor. Bu zorunluluk aslında siyasi partilerin siyaset tarzlarında yeni bir değerlendirme yapması anlamına geliyor.
“SÜREKLİLİK İÇİNDE DEĞİŞİM” VURGUSU
2011 seçimlerine göre yüzde 9 oy kaybeden AK Parti liderliği, kendi mirası ile yüzleşme ve bir değerlendirme yapma konusunda kararlı görünüyor. Nitekim Başbakan Ahmet Davutoğlu 25. Dönem parlamentosunda partisinin ilk grup toplantısında AK Parti’nin “bir muhasebe hareketi” olduğunu vurguladı.
Davutoğlu’nun partisinin bir özelliği olarak “muhasebeye” yaptığı vurgu “süreklilik içinde değişim” niyetini gösteriyor.
AK Parti’nin “2001’deki Erdemliler Hareketine dönüş” söylemi, köklerden yeniden hayat bularak iktidar yorgunluğunu ve yıpranmışlığını telafi etme çabası. Yani AK Parti hem kendi iktidar mirasıyla hesaplaşmak istiyor hem de bunu partide kimlik krizi ve elit çekişmesi yaşamadan gerçekleştirmek arzusunda.
Bunun oldukça zor bir iş olduğunu söylemeliyim.
Zira AK Parti henüz tamamlayamadığı iki hesaplaşmanın içinden geliyor: Kemalist sistemin restorasyonu ve uluslararası sistemde Türkiye’ye biçilen rolü yeniden yazmak. AK Parti bu iki hesaplaşma sırasında destek gördüğü stratejik elit gruplarının (liberaller, bazı solcular, Gülen grubu, Kürt milliyetçileri ve İslamcıları) desteğini 2013’ten bu yana teker teker kaybetti. Bu kayıplar Arap Baharı sonrası bölgede “düzen kurma” iddiasının ve Suriye iç savaşının ülke içine yansıyan maliyetleri olarak da okunabilir.
Söz konusu maliyetlerin Türkiye’nin dönüşümünü engelleyecek bir yere geldiğinin farkında olan Davutoğlu, seçim kampanyası sırasında topluma ve elitlere “yeni bir sözleşme” önerisinde bulundu. Davutoğlu’nun bizzat kaleme aldığı “Yeni Türkiye Sözleşmesi 2023” belgesi Yeni Türkiye’nin kodlarını “medeniyet” söylemi ile harmanladığı “insan onuru” kavramı üzerine temellendiriyordu.
“Tarihin akışı” içerisinde Türkiye’yi “aktör ve öncü” yapmak isteyen AK Parti, nihai hedefini ise “evrensel ölçekte çoğulcu, eşitlikçi ve katılımcı demokrasiyi hayatın bütün alanlarında yaşanır kılmak” olarak belirlemişti. Bu makro çerçeveye uygun olarak yapılacaklar kısaca 10 madde olarak sıralanmıştı: “Sivil bir anayasa, Çözüm Süreci, toplumsal uzlaşı, ekonomide yapısal reformlar, istihdam, taşeron sorunu, emekli gelirlerinde düzenleme, yargı reformu, bürokraside ehliyet ve liyakat esası ve şehirlerin yeniden yapılandırılması". Kampanya sırasında yeterli yankı bulmasa da AK Parti’nin önerileri Türkiye demokrasisini pekiştirme yolunda üzerinde uzlaşılabilecek hususlar. Muhalefetin “zayıf aktör” hissiyatından çıktığı koalisyon ortamı elitler arası kutuplaşmayı azaltabilir.
DÖRT MEYDAN OKUMA
Bu yüzden Davutoğlu’nun önündeki meydan okumalar, yapılması gerekenlerin teorik içeriğiyle ilgili değil. Zorluk, pratiklerde, aktörleri iknada ve geçmişin mirası ile hesaplaşmada. Bahsettiğim meydan okumaları dört noktada toparlayabilirim:
İlk olarak, AK Parti tek başına iktidarda iken mevcut siyasal sistemi kriz çıkarmayacak bir dönüşüme uğratamadı. Mesele, sadece 1982 Anayasasının cumhurbaşkanına verdiği geniş yetkilerin 2007’deki referandumla halk tarafından doğrudan seçilmesi ile pekiştirilmiş olması ile ilgili değil. 17-25 Aralık darbe girişimleri ile zarar gören kurumların hukuk devleti çerçevesinde yeniden yapılandırılması da tamamlanamadı.
Ayrıca muhalefetin Hükümetin reform çabalarını ve Çözüm sürecini sekteye uğratacak ölçüde güçlenerek AK Parti’yi güvenlikçi-statükocu bir eleştiriye hapsetmesi engellenemedi. PKK-KCK çizgisinin Güneydoğu’da baskı ortamı kurması ve PYD’nin Kuzey Suriye’deki ilerlemeleri Çözüm sürecini kilitledi.
Şimdi AK Parti hem siyasal sistemin dönüşümünü koalisyon ortamında gerçekleştirmek durumunda hem de muhtemel koalisyon ortağının kendi geçmişine yönelik suçlamaları ve güvensizliği ile halleşmek mecburiyetinde.
İkinci meydan okuma, AK Parti’nin kendi dönüşümünü de koalisyonların karmaşık dünyasında ve görece “düşüş” hissiyatı içerisinde yapacak olması. AK Parti oylarının düşüşünde sorumluluğun kimde ya da nerede olduğu sorusu ister istemez parti içi tartışmayı yoğunlaştırıyor. Bu tartışmanın mevcut dağınıklığı değil, iç bütünlüğü pekiştirecek bir şekilde yapılması lazım.
“Muhasebe” ve “yenilenme” arayışının “yeni bir atılım” yerine Erdoğan dönemi icraatlarını sorgulamaya dönüşmesi halinde AK Parti için yıpratıcı bir süreç başlayacak. Bu süreçte parti elitinin ve teşkilatının Reis-Hoca taraftarlığına ve daha kötüsü çekişmesine savrulması ihtimali mevcut. Bunun da her iki aktörün çevrelerinin medyadan kadrolaşmaya kadar birçok mikro alanlarda iktidar kapışması ile sonuçlanacağını kestirmek zor olmasa gerek.
AK Parti’nin medeniyet söylemine dayalı iddialı dış politika performansında Davutoğlu’nun kritik rolünü hatırlamak, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin ortak kaderini ve sorumluluğunu gözler önüne serecektir. AK Parti içindeki yenilenme, toplumun farklı kesimleriyle ve en önemlisi dar gelirlilerle bağları güçlendirme formatında algılanmalı.
Üçüncü meydan okuma, olası koalisyon hükümeti başbakanı Davutoğlu ile cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki ilişkinin mahiyetiyle irtibatlı. Muhalefet partileri AK Parti ile koalisyona girme şartları arasına cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etkinliğini sınırlandırmayı koyuyor. Bu sebeple Davutoğlu’nun önünde cumhurbaşkanı-koalisyon hükümeti arasındaki ilişkinin yönetilmesi gibi zorlu bir gündem var.
Mevcut parlamenter sistem içerisinde de Erdoğan’ın klasik cumhurbaşkanlarından daha aktif olacağı ortada. Hatta anayasal yetkilerini geniş bir şekilde yorumlamayan bir profil çizse bile etkin siyasetçi Erdoğan’ın açıklamalarının ve tasarruflarının (dış politikadaki rolü dahil) muhalefetin eleştiri odağı olma ihtimali söz konusu.
Bu yüzden, “Erdoğan karşıtlığı” sermayesini tüketmeyi kolayca terk etmeyecekleri anlaşılan CHP ya da MHP, Davutoğlu’nu cumhurbaşkanı ile ilişkilerinde sürekli “kendini ispatlamaya” çağıracaktır. Muhalefetin Erdoğan karşıtlığının farklı bir yansımasının az da olsa AK Parti içine sirayet etmesi, partinin temsil ettiği dönüştürücü siyaseti sınırlandıracak en önemli olgulardan birisi olacak. Erdoğan, AK Parti tabanı ve seçmeni için bir güvence olarak görülmektedir. Ayrıca, 2019’da seçimlere girecek bir siyasetçi olarak Erdoğan’ın kurucusu olduğu hareketten kopmamasının duygusal ve reel bir zemini mevcut.
Davutoğlu’nun önündeki dördüncü meydan okuma muhtemel koalisyonda Türkiye’nin yeni dış politika perspektifine getirilmek istenecek değişikliktir. Sözgelimi CHP’nin dış politikada istediği “restorasyon” bizzat Davutoğlu’nun mirasını hesaba çekmektir. İsrail ve AB ile ilişkiler gibi konularda daha rahat bir uzlaşma oluşması beklenirken Suriye başta olmak üzere Ortadoğu politikasında koalisyonu sancılı bir süreç bekliyor.
O halde soru şudur: Davutoğlu bütün bu medyan okumaların üstesinden gelebilir mi?
Benim cevabım olumlu. Özgüven, entelektüel perspektif ve pro-aktif yöneticilik sayesinde Davutoğlu’nun bahsettiğim meydan okumaları aşması mümkün. Erdoğan ile paylaştığı dünya görüşü, dava misyonu ve tecrübe buna büyük katkı sunuyor.
Yine de siyasetin şahısların ötesinde yapısal ve karmaşık bir doğası olduğunu hatırlatmakta fayda var.
[Al Jazeera Türk, 2 Temmuz 2015]