Medeniyet ve buluşma kavramları, uluslararası siyasette giderek önem kazanıyor. Toplumlar geçmişte olduğu gibi bugün de siyasi tercihlerini kültür, kimlik, din, medeniyet ve aidiyet duyguları üzerinden yapıyor. Devlet ve toplumun varlığını, kartezyen bir ulusal çıkar kavramına indirgeyen bakış açısı, İslâm ve Batı dünyalarının karmaşık ilişkisini açıklamakta yetersiz kalıyor. Çatışmacı modeller dahi medeniyetin, uluslararası ilişkilerin anahtar kavramlarından biri haline geldiğini kabul ediyor. Fakat medeniyetler diyalogu ve ittifakı, kavram ve uygulama düzeyinde pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. MEDENİYETLER İTTİFAKI YAHUT BULUŞMASI Son yıllarda medeniyetler ittifakı, diyalogu yahut buluşması adı altında çeşitli girişimlere tanık olduk. İran'ın 1999'daki teklifi üzerine BM, 2001 yılını "Medeniyetler İttifakı Yılı" ilan etti ve dünya toplumlarını temsil eden en büyük siyasî yapı olarak çeşitli faaliyetler düzenledi. Bu yıl, yine BM himayesinde Türkiye ve İspanya başbakanları düzeyinde ortak bir proje başlatıldı ve bunun için 18 kişilik bir "âkil adamlar" heyeti oluşturuldu. BM'nin 25 Ağustos 2005 tarihli duyurusuna göre bu girişimin 2006 yılının ortalarına doğru tamamlanması öngörülüyor. Medeniyetler diyalogu çalışmalarına İslâm Konferansı Örgütü (IKÖ) de bir müddettir katılıyor. Akademik ve siyasî çevrelerde kavram giderek önem kazanıyor.
Öte yandan AKP Hükümeti, AB müzakere sürecini bir medeniyetler buluşması-kaynaşması olarak tanımlamaya çalışıyor. Buna göre Türkiye'nin AB üyeliği, ekonomik ve siyasî işbirliğinin ötesinde bir medeniyet boyutuna sahip. İki medeniyetin bir araya gelmesinden bir artı değerin çıkacağı ümit ediliyor. Türkiye'nin jeo-stratejik konumu ve İslâm dünyasıyla Avrupa arasında bir "köprü" olma imkânı sunması, medeniyetler ittifakı fikrini güçlendiriyor. Eğer İslâm ve Batı arasındaki ilişki insanlığın geleceğini ilgilendiren bir etken haline gelmişse -ki bu konuda herkes hemfikir görünüyor- bu durumda Türkiye'nin medeniyetler ittifakı projesinin baş aktörlerinden biri olması doğal. Nitekim Meclis Başkanı Bülent Arınç, 26 Kasım günü Barselona'da Beşinci Avrupa-Akdeniz Parlamento Başkanları Konferansı'nda yaptığı konuşmada bu konunun altını çizdi. Kısacası medeniyetler diyalogu, uluslararası ilişkilerin önemli başlıklarından biri hâline gelmiş durumda. Fakat bu projenin karşı karşıya olduğu bir dizi kavramsal ve tarihî sorunlar var. Son yıllarda yapılan diyalog çalışmalarına baktığımızda, bunun diyalogdan çok "diyalog hakkında diyalog" şeklinde ilerlediğini görüyoruz. Muhtemel bir medeniyetler ittifakının örneğin Irak'ın işgali yahut Avrupa'daki müslüman azınlıklar açısından ne anlama geleceği konusunda açıklık kazanmış bir fikir yok. İttifak eğer ortak tasavvurlar ve stratejiler geliştirmeyi içeriyorsa, siyaset, hukuk ve iktisat alanlarında tecessüm etmesi ve somut bir eylem planı hâline gelmesi gerekiyor.
Kavramsal ve tarihî sorunlar, hem Batı'nın hem de İslâm dünyasının bir iç muhasebe yapmasını zorunlu kılıyor. Batı dünyası açısından baktığımızda, İslâm coğrafyası ve kültürü, Batı'nın "öteki"si olmaya devam ediyor. Yedi ve sekizinci yüzyıllarda "dînî öteki" olarak algılanan İslâm, ortaçağlarda "siyasî ve kültürel öteki" hâline gelmişti. İslâm'ı sapık bir din olarak reddeden kilise ve ortaçağ intelijensiyası, İslâm medeniyetinin bilim, düşünce ve sanat alanlarındaki başarılarına önce hayranlıkla ama en nihayetinde şüpheyle bakmaktaydı. Bu algılama biçimi, din olarak İslâm ile kültür olarak İslâm'ın birbirinden kesin bir şekilde ayrılmasına yol açtı. Kültür olarak İslam'ın ortaçağ Avrupası üzerindeki etkisinin ne boyutlara vardığını Latin İbn Rüşdçülüğü'nden Endülüs'teki Beati minyatürlerine kadar pek çok örnekte görüyoruz. Fakat Avrupa'nın bu etkiye tepki verdiğini de biliyoruz. Paris piskoposu Tempier'in 1277 yılında Latin İbn Rüşdçülüğü'nü sapık bir düşünce mektebi olarak ilan etmesi ve İbn Rüşd'ün kitaplarının topluca yakılması, bu tepkinin kayda değer örneklerinden biri. 13. yüzyılın sonlarına kadar süren Haçlı seferleri, Avrupa'nın İslâm algısının önünde ağır tarihî bir yük olarak durmaya devam ediyor. Bugün bu algılama biçiminin köklü bir şekilde değiştiğini söylemek için elimizde yeterli veri yok. Avrupa ve Amerika'dan yükselen çok kültürlülük, medeniyetler buluşması, dinler arası diyalog, vb. söylemlerinin ne kadar kırılgan olduğunu 11 Eylül hadiselerinden sonra gördük. Yaşlı kıta Avrupa'nın yasadığı küçük ölçekli 11 Eylül'ler, Avrupa'nın da bu konularda Amerikalı kardeşleriyle benzer düşüncelere sahip olduğunu gösteriyor. Avrupalıların müslüman azınlıklara karşı sergilediği tutumlar, entegrasyon söylemlerinin de aslında bir asimilasyon politikasının ürünü olduğunu gösteriyor. Fransa İç İşleri Bakanı Sarkozy'nin yaptığı gibi "Entegre olamadınız, bu yüzden sorun sizsiniz" diyerek göçmenlerin üzerine gitmek, "asimile olarak entegre olun" düşüncesinin bir tezahürü. Avrupa ile kurulacak bir medeniyetler ittifakı, bu sorunları açık ve samimi bir şekilde ele almak zorunda.
İslâm dünyasındaki Avrupa ve Amerika algılamalarına baktığımızda, medeniyetler ittifakı düşüncesinin farklı zorluklarla karşı karşıya olduğunu görüyoruz. İslâm dünyası Batı'ya hâlâ sömürgeci bir güç olarak bakıyor ve bunun yabana atılamayacak gerekçeleri var. Küresel sermayenin yeni açılım alanları, dünyanın "MacDonaldlaşması", Barbie bebeklerinin Çin'in ve Türkiye'nin en küçük köylerine kadar girmesi, "soft sömürgecilik" fikrini güçlendiriyor. Küresel sermayenin sınır tanımaz yayılımı, diyalog söylemlerini entelektüel bir lüks haline getiriyor.
Öte yandan, İslâm toplumlarındaki "geri kalmışlık sendromu", Batıya karşı duyulan derin bir öfke olarak tezahür ediyor. Filistin, Bosna, Çeçenistan, Afganistan ve son olarak Irak hadiseleri, bu öfkeyi perçinliyor. İslâm ülkelerindeki siyasî meşruiyet sorunu, ittifak arayışlarının "işbirlikçilik" olarak görülmesine neden oluyor. Sorun öylesine hassas bir nitelik arz ediyor ki "masum insanları öldürmek meşru gösterilemez" diye çağrıda bulunanlar dahi zımnen ihanetle suçlanıyor. Oysa İslâm tarihine baktığımızda farklı bir tecrübeyle karşılaşıyoruz. İslâm toplumları, tarihte çok dinli ve çok kültürlü toplum modellerinin ilk örneklerini verdiler. Yahudi ve Hıristiyanları ehl-i kitap olmalarından dolayı zımmî olarak tanıyan İslâm hukuku, tarihte ilk defa "dînî öteki"ne hukûkî bir statü kazandırmıştı. Osmanlı millet sistemi, farklılıkları bir zenginliğe ve yaratıcı enerjiye tahvil edebilmeyi başarmıştı. İslâm kültürünün Indo-Maley dünyasını, Hint alt-kıtasını ve Afrika'yı dönüştürebilmesi, itidal ve hoşgörü ilkelerinin zamana ve mekana hakim olmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
İslâm toplumlarının sömürge olma tecrübesi, bu tarihî birikimin bir politik eylem zemini haline gelmesini zorlaştırıyor. Müslüman toplumlardaki "kurban edilmişlik" psikolojisi, her kötünün arkasında bir dış aktör arama kolaycılığına davetiye çıkartıyor ve bu, bireylerin ve toplumların tarihin yapıcı bir öznesi olma şansını ortadan kaldırıyor. Bu yüzden medeniyetler ittifakı, İslâm ve Batı toplumlarının önce kendi başlarına bir iç hesaplaşma yapmalarına bağlı.
BUSH'UN IRAK'IN İŞGALİNE BAKIŞI Bugünkü şekliyle medeniyetler ittifakı söyleminin temel sorunu, 'kurucu bir proje' olmasından ve yeni bir kültür ve medeniyet inşa etme gayreti içinde olmasından kaynaklanıyor. Medeniyetler ittifakı, İslâm ve Batı medeniyetlerinin birbirlerinden bir şeyler öğrenerek ortak doğrulara doğru ilerlemesinden çok, Batı'nın bir şekilde evrensel nitelik kazanan kavram ve kurumlarının İslam dünyasına aktarılması fikrine dayanıyor. Bu yüzden Amerikan Başkanı Bush Irak'ın işgaline ve yeniden yapılandırılmasına askeri bir operasyon olmanın ötesinde "kurucu bir eylem" olarak bakıyor. Irak'ın "yeniden inşası" yeni bir Irak ve Ortadoğu kültürünün inşa edilmesi anlamına geliyor. Bu yeni sentez ya da oluşum arayışlarının hangi ilkelere dayanacağı ve ne tür sonuçlar doğuracağı belli değil. İslâm ve Batı medeniyetlerini "kurucu" bir proje etrafında bir araya getirmek, bu medeniyetlerin derin tarihsel reflekslerini ters yönde harekete geçirecektir. Kurucu projeler uzun soluklu süreçlerdir ve yapay müdahalelerle ancak olumsuz netice verebilirler. İslâm dünyasının iki asırlık çarpık modernleşme tecrübesi, bunu teyid ediyor. Kendini insanlık tarihinin merkezinde gören Avrupa'nın, İslâm yahut bir başka medeniyetten yeni bir şeyler öğrenme arzusunun olduğunu söylemek fazla iyimserlik olur.
MÜDAHALENİN SINIRLARI ÇİZİLMELİ Bunun için "negatif" bir ittifak tanımlaması yapmak daha anlamlı görünüyor. Farklılıkları koruyarak bir arada yaşamak için, kimin neye ne kadar müdahale edeceğinin sınırlarının çizilmesi gerekiyor. Sınır çizmekten kastettiğim, İslâm ve Batı dünyalarının neyi yapmalıyızdan çok, neyi yapmamalıyız formülü üzerinde düşünmesidir. Bu ise ortak doğruları belirlemeden önce, ortak kötülere karşı mücadele etmek anlamına geliyor. Terörle mücadele, insan hakları, kadın hakları, demokratik katılım, siyasî şeffaflık, vb. konularda bağlayıcı tanımlar yapmak yerine, bu konulardaki asgari müşterekleri belirlemek, daha yapıcı bir yaklaşım olacaktır.
Medeniyetler ittifakı projesinin Türkiye açısından özel bir önemi var. Türkiye, Batı söz konusu olduğunda diğer İslâm ülkeleriyle ortak bir soruna sahip: Kim olduğunu dünya kamuoyuna anlatabilmek. Türkiye'deki her sosyal ve siyasî sorunu özcü bir okumayla Türkiye'nin tarihine, din geleneğine, kültürüne bağlayan Avrupalıları daha nüanslı ve dikkatli tahliller yapmaya davet etmek zorundayız. Medeniyetler ittifakı, Türkiye'ye bu tezlerini dile getirebileceği bir platform sunabilir. Etkin bir şekilde kullanıldığında bu platform, Türkiye'nin Avrupa kompleksinden kurtulmasına da imkan sunacaktır. Bu ise Türkiye'nin kendini bir medeniyetler ittifakının muhatabı olarak görebilmesi için elzemdir