Fransa Meclisinin onayladığı sözde Ermeni soykırım yasası, gündemimizi uzun bir süre meşgul edecek. Fakat yasa Türkiye’den çok Avrupa ve AB için bir imtihan. Çünkü Avrupa’nın düşünce ve ifade özgürlüğü ilkesine sadık kalıp kalmayacağını, bu yasaya ilişkin tavrı belirleyecek.Öncelikle şunu belirtelim: Fransa’nın bu kararı siyasi bir provokasyon niteliği taşıyor. Batının kışkırtıcı hatalarına İslam dünyasından gelen her ölçüsüz tepki, Avrupa’daki muhafazakar ve ideolojik siyasi çevrelerin elini güçlendiriyor.
Bu çevrelerin canlı tutmaya çalıştığı aşırı, şiddet yanlısı, dogmatik İslam imajı yaygınlaştırılıyor. Yasayı onaylayanlar buna Türkiye’nin tepkisiz kalmayacağını elbette biliyorlar. Dolayısıyla ortada tarihi gerçeklerin tespit edilmesi değil, siyasi bir gündemin yasa haline getirilmesi var. Önümüzdeki yıl Fransa’da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Fransız vatandaşı yarım milyona yakın Ermeninin oyunu kimin alacağı, bu siyasi gündemin önemli ayaklarından birini oluşturuyor.
Türkiye, AB ve Ulusalcı Politikalar Türkiye’nin AB üyeliğine en fazla siyasi ve toplumsal muhalefet Avusturya, Danimarka ve Hollanda’yla beraber Fransa’dan geliyor. Fransızlar AB karşıtı tavırlarını AB anayasasını Hollandalılarla beraber reddederek ortaya koymuşlardı. Şimdi Türkiye’ye gösterilen muhalefet paradoksal bir şekilde Fransa’nın AB’nin geleceği hakkında daha fazla söz sahibi olmak istediğini gösteriyor. Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyen bir Fransa, hem iç kamuoyunda hem de AB masasında ayrıcalıklı bir yere sahip olmayı amaçlıyor. Soykırım yasası, Türkiye’ye verilmiş bir başka ‘hayır’ mesajı.
İnsanin siyasi basireti bağlanmamışsa Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa’yı bir “Eurabia”ya çevirmeyeceğini bilir. Ne Türkiye ne de AB üyeliğine aday herhangi bir doğu Avrupa yahut Balkan ülkesi Avrupa’yı ekonomik, askeri yahut kültürel ablukaya alacak bir güce sahip. Sorun Avrupa kimliğinin kırılganlığından ve ülkelerin iç siyasi hesaplarından kaynaklanıyor. Bertelsmann Vakfı’nın geçtiğimiz ay yayınladığı “Avrupa Birliği 2020: Avrupalıların Görüşü” başlıklı araştırmaya göre Avrupalıların önemli bir kısmı AB genişlemesini muhtemel görüyor ama Türkiye ve Ukrayna’nın tam üyeliğine şüpheyle bakıyor. Bütün üye ülkeleri bağlayan bir AB anayasasına inananların sayısı giderek azalıyor. Avrupalılar Brüksel’den yönetilmek istemiyorlar. Hatta bir eğilime göre AB siyasi ve zaten zayıf olan askeri niteliğini giderek kaybedecek ve başladığı yere geri dönecek; yani bir ekonomik işbirliği platformu haline gelecek. Kısacası siyasi reformlar, Kıbrıs sorunu ve şimdi de Ermeni soykırım yasasıyla tekrar açığa çıkan Türkiye karşıtlığı, Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı zihin karışıklığının da bir sonucu.Öte yandan Türkiye’ye muhalefetin Fransa başta olmak üzere Polonya, Slovakya Litvanya ve Macaristan gibi Katolik nüfusun yoğun olduğu ülkelerden gelmesi de kayda değer bir nokta. Papa’nın siyasi görüşleri ve Türkiye’nin üyeliğine karşı olmasıyla bu demografik tablo arasında bir ilişki var mı? Bunu teyid edecek empirik verilere sahip değiliz ama belli bir korelasyonun olduğu da ortada. Avrupa’nın en seküler toplumlarından Fransa’da Türkiye’nin üyeliği yahut Magrib-Arap kökenli Müslüman göçmenler söz konusu olduğunda insanların birden Yahudi-Hristiyan geçmişlerini hatırlaması gözardı edilemez bir paradoks.
İfade Özgürlüğüne Ne Oldu? Sorunun diğer ayağı, bilimsel olarak ispat edilememiş bir konu hakkında kanun çıkartılması. Tarafların açıkça ideolojik tutum takındığı ve “kesin inançlılar” olarak kılıçlarını kuşandığı bir konuda cezai bir yasa çıkartmak, ancak tiranik yönetimlerde söz konusu olabilir. Bir şeyin varlığını red ya da kabul etmeyi cezai bir hükme bağlamak, düşünce ve ifade özgürlüğünün askıya alınması demektir. Holokostun reddi dahil bu tarz bütün kanunların nasıl bir çelişki içerdiğini gözardı edemeyiz. “Kardeşlik, eşitlik, özgürlük” sloganıyla yapılan Fransız devriminin düşünce ve ifade özgürlüğünü savunması beklenirdi. Bu yüzden de Fransa’daki başörtü yasağının hiç olmaması gerekirdi. Demek ki Fransızlar da artik kendi devrimlerine inanmıyorlar.
Artık kanıksadığımız çifte-standart politikalarının bu kararla bir kez daha teyid edildiğini görüyoruz. Fransa’nın 130 yıllık (1832-1962) Cezayir işgali sırasında 7 milyona yakın insanın öldüğü tahmin ediliyor. Sömürge döneminin Cezayir toplumunda açtığı sosyal ve psikolojik yaralar, ekonomik kayıplar ayrı bir tartışma konusu. Fransa parlamentosu herhalde bu tarihi unutmamızı ve “geleceğe” bakmamızı istiyor. Fakat hiç bir toplumun böyle bir lüksü yok. Cezayir Cumhurbaşkanı Butafliga Fransa’nın sömürge döneminde Cezayir’de işlediği cinayet ve yıkımlar için resmen özür dilemesini istiyor. Tıpkı Amerika’ya köle olarak getirilen Afrikalıların kaybedilmiş haklarını geri istemesi gibi, ortada tarihi gerçeklere dayanan bir talep var. Şu ana kadar ne Fransa ne de Amerika bu taleplere cevap verdi. Kendi koyduğu ilkeleri uygulamayan bir Fransa, Amerika yahut başka bir ülke ne kadar samimi ve inandırıcı olabilir?Eğer yakın tarihteki soykırımlar hakkında genel bir ilke ortaya konacaksa, o zaman bunun da tarafsız bir şekilde yapılması gerekir. “Tencere dibin kara, benimki senden kara” türü bir kolaycılığa kaçmanın anlamı yok. Fakat eğer 1915–1917 yılları arasında Türkiye’de olanlar soykırım ise o zaman diğer soykırım hadiselerine de aynı tavizsiz tutumla yaklaşmak gerekir. Fransa’nın Cezayir’i işgali sırasında yaşananlar, sayıları 60 milyonu bulduğu tahmin edilen ve Amerika’ya getirilen Afrikalı köleler, Amerika’nın kadim sahibi Kızılderililer yahut yerli Amerikalıların uğradığı katliamlar, 1992–1995 savaşında 250 binin üzerinde Müslüman Boşnak’ın öldürülmesi, kadınlarına tecavüz edilmesi, yakın tarihin büyük soykırımları olarak onaylanmalı ve gerekli yasal işlemler yapılmalı. Irak’taki ölümleri bunun dışında tutabilir miyiz? İngiliz tıp dergisi Lancet’in son tahminine göre Irak’ta işgalden bu yana 650 bin Iraklı hayatını kaybetti. Eğer bu soykırım değilse, nedir?
AB’nin Güvenilirliği Sözde soykırım yasası, Avrupalı siyasetçilerin büyük bir samimiyet testidir. Bu manada Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın Başbakan Erdoğan’ı arayıp tasarıdan duyduğu üzüntüyü dile getirmesi çok anlamlı değil. Chirac’ın son Ermenistan ziyaretinin soykırım oylamasıyla neredeyse aynı günlere denk düşmesi ve bu ziyaret sırasında yaptığı açıklamalar, pek ümit verici değil. Chirac’ın “AB üyeliğinizi desteklemeye devam edeceğiz” sözü, Fransa ve Ermenistan’da yaptığı açıklamalara ters düşüyor.
Üstelik “destek vereceğiz” sözünün tek başına bir anlamı yok. Çünkü sorun Türkiye’nin üyeliğine teknik manada destek vermekten kaynaklanmıyor. Sorun, Avrupa ülkelerinden gelen her olumsuz mesajın Türkiye’de AB’ye verilen desteği giderek aşağı çekmesi. Türkiye’de yükselişe geçen ulusalcı söylem, bu fırsatı kaçırmayacak ve yeni bir AB karşıtı kampanya başlatacaktır. Türkiye’nin 2007 seçimlerine doğru hızla ilerlediği şu günlerde ve önümüzdeki aylarda bu tür mesajlar iç siyasette etkin bir şekilde kullanılacak ve AB karşıtlığı üzerine kurulu bir siyasi muhalefet güç kazanacaktır. Bu konularda Türkiye’yi ve hükümeti sürekli geren bir Avrupa, AB üyeliği konusunda Türkiye’nin istekli, dinamik, yapıcı, vs. olmasını bekleyebilir mi?
Diğer AB üyeleri samimi ve güvenilir bir ortak olduklarını ispat etmek istiyorlarsa, bu dönemde yasayı geçiren Fransız parlamentosuna baskı uygulamalı ve Türkiye’ye verdiği desteği arttırmalıdır. Sürekli Türkiye’nin arka bahçesini düzene koyması için yapılan çağrının şimdi misliyle karşılık bulması gerekiyor. AB yetkilileri “bu Fransa’nın iç işleridir; karışamayız” derse o zaman AB bağlayıcı ve ciddi bir kurum olma niteliğini yitirir. Çünkü ortada Fransa’nın iç siyasi dengelerinden kaynaklanan ama bir başka ülkeyi doğrudan hedef alan bir uygulama var. Eğer bir AB üyesi ülke arzu ettiği şekilde özgürlükleri kısıtlayan bir kanun çıkartabiliyorsa, o zaman AB’nin de Türkiye’deki özgürlük karşıtı kanunların değiştirilmesini talep etmeye hakkı yok demektir. Bunu kabullenmek ise, her tür değer ve ilkeyi reddetmek demektir.
Son olarak bu anlamsız yasa, Türk-Ermeni ilişkilerine de vurulmuş yeni bir darbe. Son yıllarda Türk tarafının Ermenistan devletine yönelik iyi niyet gösterileri ve işbirliği çağrıları karşılık görmedi. Başbakan Erdoğan’ın “sorunu Türk ve Ermeni tarihçileri beraber araştırsın” teklifi reddedildi. Ermenistan cumhurbaşkanı Robert Koçaryan yönetimindeki idare, Türkiye’ye yönelik politikasını sözde soykırımın tanınması şartına bağlamış durumda. Türkiye böyle bir şeye razı olmayacağına göre, Koçaryan yönetiminin iyi ilişkiler arayışında olmadığını görmek zor değil. Tıpkı Fransa’daki siyasetçiler gibi Koçaryan da soykırımı kendi oligarşik yönetimi için bir payanda olarak kullanmak istiyor. Fakat Ermenistan rasyonel bir dış politika izlemek istiyorsa –ki buna Türkiye’den çok Ermenistan’ın ihtiyacı var-- ideolojik değil, ulusal çıkar temelli bir noktadan hareket etmek zorunda. Ermeni diasporasının bir başarısı olan sözde soykırım yasası, sadece Türkiye değil aklı başında her Ermenistan vatandaşı için de bir endişe kaynağı olmalı.