İslam semavi dinlerin sonuncusu ve Ortaçağın en önemli devletlerinin kurucularının müntesip olduğu dindir. Adaletiçeriği ve neliği hakkındaki müphemliği ve tartışmalı haline rağmen dün, bugün ve yarının bireysel, toplumsal ve siyasal en önemli idealidir. İslam Düşüncesinde adalet bireysel, ailevi ve toplumsal yaşamı mümkün kılan birlik ve düzeni sağlayan hakkaniyete uygun yaşamaya imkân veren bireyin ve yöneticinin en önemli ahlâkî erdemi olarak tasvir edilmiştir. Bunun gerçekleşmesi ise davranış ve kararlarda doğru ve hakkaniyetli olmayı gerektirdiğinden olayın gerçekleştiği toplumsal itibar ve gerçeklikler sürekli olarak önemsenmiştir. Toplumsal yapılardaki farklılıklar ve değişiklikler adaletin hangi davranış ve kararla temsil edilebileceği konusunu dinamik kılmıştır. İslam filozoflarından Farabi'nin taakkul kavramsallaştırması, İbn Haldun'un Eş'ari kelam geleneği takiben sosyal olayların biricik ve tikel olduğu vurgusu, Fakihlerin usul düzeyinde kıyas, içtihat, istihsan, maslahat, örf kavramsallaştırmaları adaletin toplumsal değişkenlikteki formunu yakalamaya matuftur. Bundan dolayı bireysel ve yönetici kararlarında adalet kavramını tanımlamada itidal ve orta yol anlamları değişken toplumsal gerçekliği yönetmek için öne çıkmıştır. Bu kavramlar yaşanan gerçeklikler içerisinde aşırılıklar ortasında somut bir yol bulmada işlevsel bulunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Müslümanlara atfen kullanılan "vasat ümmet" (bk. el-Bakara 2/143) ifadesindeki "vasat" kelimesi tüm müfessirlerce "adâlet" mânasında anlaşılmıştır.
Hz. Peygamber zamanında İslam devletinin kurulmasıyla İslam Düşüncesi gelenekleri oluşma süreci başladı. Dinin getirdiği evrensel değer ve mesajların toplumsal gerçeklik ve tarihsel akış içerisinde tespiti, tezahür ettirilebilmesi ve varlık formlarının inşası Müslüman düşünürlerin sürekli en temel sorunu oldu. İslam düşünce geleneğinde adalet algısının nasıl oluştuğunu anlamak ve bugünü daha iyi yorumlayabilmek için arka planı analiz edelim.
İslam düşüncesinin oluşumunda önemli hususlardan birisi İbn Haldun'un da analiz ettiği üzere göçebe ve tarımsal üretime dayalı şehirli ve medeni yaşam biçimlerinin hakim olduğu bir zaman diliminde neşvü nema bulmasıdır. Tarihteki değişimin en önemli aktörü siyasal yapılar yani devletin olduğu için en öncelikli ve temel hedef siyasal ve toplumsal düzenin sürekliliğini sağlamaktı. Bundan dolayı Ortaçağ siyasi düşüncesi iş bölümüne dayalı hiyerarşik bir toplum yapısını öngörerek siyasal düzenin ve uyumun varlığının devamını bizatihi iyi görür. Bu dönemde uyum, düzen, nizam, huzur, kadim olanı devam ettirmek, sükûnet ve benzeri kavramlar olumlu ahlaki içeriklerle yüklüdür. İş bölümüne ve bu sürekliliğe atıfla adalet eşyayı, insanları ve varlıkları layık oldukları mekana veya makama yerleştirmek olarak tanımlanır. Nüfusun çoğunluğu göz önüne alındığında yaşam yerleri köy, kasaba ve şehirler çok büyük ve kalabalık olmadığından insanlar birbirlerini tanıyabilmektedir ki bu adalet anlayışının insan merkezli tasarlanmasına etkide bulunmuştur. İnsanlar arası ilişkiler basit ve yüz yüzedir. Bu dönem değişimin hızının yavaş ve derinden olduğu bir dönem olup asıl olan kadim ve var olanı korumaktır. Anlayış ve algıda tarihin ve toplumsal yaşam biçimlerini değiştiren aktör, göçebelerle tarımsal üretime dayanan şehirliler arasındaki savaşlar yani siyasal iktidarlardır.
İkinci olarak ise, İslam, Yahudilik ve Hristiyanlıktan farklı olarak ortaya çıkışından itibaren devletle beraber var olmuştur. Hz. Peygamber mübelliğ olmasının yanında aynı zamanda devletin yöneticisidir. Bunun somut anlamı şudur: Devletin sorunlarını çözmek aynı zamanda dini düşüncenin de bir konusu olmuştur. Bundan dolayı Halifenin seçimi, nitelikleri, haraç yani vergi sistemi, toplumsal düzeni bozan fiilerin cezalarını belirlemek gibi konular fıkıh kitaplarının da konusunu oluşturmuştur. Devletin bekasını temin edebilmek zorunlu olarak Müslümanların insanlığın akli ve medeni birikimlerini tevarüs etmeyi gerektirmiştir. Vergi sisteminin kurulması, su yollarının inşası, şehirlerin kurulması, yönetim kültürünün oluşturulması, haritalar, ibadet vakitlerinin tespiti gibi yüzlerce örnek verilebilir. İslam'ın devletle beraber var olmasından dolayı Müslümanlar yönetim kültürü, siyasi düşünce ve adil bir siyasal sistem kurmak durumunda kalmışlardır. Dini hukukun önemli bir kısmı bu sorunlar üzerine odaklanmıştır. Bu olgunun anlaşılması için Hristiyanlığın MS 325 yılında ancak I. İznik Konsili'nde İmparator Konstantin tarafından Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak kabul edildiğini hatırlamak gerekir. Bu döneme kadar Hristiyan düşüncesi savunma, iman ve cemaat pratikleri üzerinde şekillenmiştir. Yahudiliğin devletle beraber var olma tecrübesi ise çok yeni bir tecrübedir. Bundan dolayı tarihi Milattan önce 14. yüzyıla dayanmasına rağmen, güçlü ve uzun süren bir siyasal iktidar kuramadığı için Yahudilikte kelamının teşekkülü İslam devletlerinin patronajları altında ve İslam Düşüncesi ile etkileşimle mümkün olabilmiştir. Diğer bir ifadeyle tarihinin uzun dönemlerinde Yahudilik cemaat ölçeğinde varlığını devam ettirebilmiştir.
İslam düşüncesinin oluşumunda üçüncü önemli husus Müslümanların devletlerinin tarihsel bir tespit olarak büyük ölçüde imparatorluk formunda tesis edilmesidir. Emeviler, Abbasiler, Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılar ve diğerleri imparatorluk formundaydı. Şehir devletleri veya küçük emirlikler tarihin büyük akışında ara dönem ve istisna olarak durur. Bu güç temerküzü ve istikrarın inşası için o dönem şartlarında bir zorunluktu. Bunun somut etkisi geniş toprak parçaları üzerinde barışı mümkün kıldı. İmparatorluk formunun doğal bir neticesi çoğulcu yaşam pratikleri olmuştur. Müslüman devletler çok dinli, çok dilli, çok kültürlü ve çok milletli yapılar olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise siyasal yapının sürekliliğini temin için dini değerlerin evrensel formda da ifade edilebilmesini ve evrensel eserlerin üretilebilmesi gerektirmiştir. İslam tarihinin 1500 yüzyıllık akışında ulus devletler küçük bir parçayı oluşturur. Bundan dolayı İslam düşünce geleneğinde adalet kendi siyasal varlığını devam ettirebilmenin zorunlu bir parçası olduğundan en önemli bir konu idi. Nitekim Osmanlı düşüncesinde Kınalızade Ali Efendi'de en güzel ifadesini bulan adalet dairesi kavramsallaştırması bunu çok güzel vurgulamaktadır: Adalet dünyanın kurtuluşunu sağlar; Dünya, duvarı devlet olan bir bağdır; Devleti düzenleyen hukuktur; Hükümdar olmadan hukuk korunamaz; Askersiz hükümdar duruma hakim olamaz; Mal olmadan hükümdar asker toplayamaz; Malı toplayacak olan halktır. Halkı hükümdara bağlayan ise adalettir. Bu yaklaşımda adalet siyasal düzeni mümkün kılan tüm unsurlarla ilişkilendirilmiş ve doğrudan bu sürekliliğin imkanı yani devleti ebed müddet noktasından değerlendirilmektedir.
İslam Düşünce Geleneğinde ana hatlarıyla adalet tasavvurunu ve güncel anlamını değerlendirmeye önümüzdeki yazımızda adaletin üç boyutunu da analiz ederek devam edeceğiz. (Dizinin sonraki metni için tıklayın)
[Fikriyat, 5 Ocak 2018] Serinin yazıları:
 İslam Düşüncesinde Adalet Ve Güncel Anlamı I
İslam Düşüncesinde Adalet Ve Güncel Anlamı II
İslam Düşüncesinde Adalet Ve Güncel Anlamı III
.